:::: MENU ::::

Kardeşinize böbreğinizi verir misiniz?

Salı akşamı Warner Bros’un ön gösterimindeydik dostlarla. Bu kez film hakkında bir linke bakmadan izlemeye karar verdim. İyi ki de öyle yapmışım. Yoksa konuyu okuyup, bu güzel ve anlamlı filmi izlemekten drama olması nedeniyle vaz geçebilirdim. Organ bağışı konusunun her an gündemde olması ve aklı başında her birey tarafından desteklenmesi gerekirken, ülkemizi karanlık günlere götürmeye çalışan yobazlar nedeniyle, her geçen gün darbe alan oluşumlara biraz da olsa yardımı olacaktır bu filmin. Hiç olmazsa her izleyeni sarsıp, ummadığı bir anda, kendinin ya da bir sevdiğinin başına böyle bir şey gelebileceğini anlayacaklar.    my sister

Gelelim filmle ilgili notlarıma. My Sister’s Keeper/Kız Kardeşimin Hikayesi filminin en önemli rollerinden birinde; Alec Baldwin ve Joan Cusack’ten, birlikte oynadıkları hemen her sahnede oyun çalabilen Abigail Breslin var. Hani şu “Little Miss Sunshine” ile Oscar’a aday olan küçük kız. Hasta abla Kate rolünde ise “Medium” dizisinde evin büyük kızını oynayan Sofia Vassilieva vardı ve oldukça başarılıydı. Her filminde hasetle izlediğimiz Cameron Diaz’ın nihayet boyunca çocukları olan bir anneyi canlandırması da pek hoştu, haince keyif aldım. Jason Patrick ailenin babasını oynuyor ve bana göre her zamanki sıradan oyunuydu. Kate’in kanser hastası sevgilisini oynayan Thomas Dekker‘i ise CNBC-e de gösterilen The Terminator-Sarah Connor Chronicles dizisindeki John Connor rolünden hatırlayacaksınız. Karizmatik ve hırslı avukat rolünde filmin acısını azaltan hınzır oyunculuğuyla Alec Baldwin yine çok başarılı. Joan Cusack ise kızının ölümüyle hayatında büyük yıkımlar olmuş bir hakimi canlandırıyor, o da hem duygusal hem de çok esprili bir oyun vermiş. Filmi izlerken bir anne olarak çok zorlandım, itiraf ediyorum çok da gözyaşı döktüm. Annelik zaten hep tercihlerden oluşan bir görev, ama böylesi bir tercih yapmak zorunda kalmasın hiç bir anne. Daha fazla ipucu vermeden sizlere filmin linkine buradan ulaşabilirsiniz deyip çekiliyorum.


Esma Sultan’da Nokia N97 partisi

Dün akşam dostlarla birlikte Nokia N97 nokian97 tanıtımının yapıldığı Esma Sultan Yalısı’ndaydık. N97 ile ilgili teknik bilgileri teknoloji yazarı dostlar ve deneyimleyenler zaten uzun uzun yazacaklar. Ben size bu güzel geceyi anlatmaya çalışayım. İstanbul’da, çalışmayı da davetli  olmayı da en sevdiğim mekandır. Uzun yıllar, çeşitli ürün tanıtımları ve düğün gibi organizasyonları hem düzenlediğim, hem de davetli olarak katıldığım ve her seferinde mutlu ayrıldığım bir tesis. The Marmara ekibi bizi yine çok leziz ikramlarla ağırladı. Tatlı büfesi uzun süre bizim manganın dilinden düşmeyecektir eminim 🙂 Sunipeyk Üstadın da düğün mekanı olduğunu ve Uğur Hocanın da en sevdiği yer olduğunu öğrendim. Bizleri kapıda karşılayıp gece boyunca güleryüzleri ve dostluklarıyla yalnız bırakmayan Marjinal ekibinden Burcu Kaptan ve Umut Ersoy’a çok teşekkürler. Ekibin diğer üyeleri de her zamanki gibi konuklarına güzel vakit geçirtmek için çabaladılar. Markalamaya yönelik çalışmalar çok başarılıydı, mekanda Nokia adını ve N97 yi görmeden geçeceğiniz hiç nokta yoktu desem abartmış olmam sanırım. Amaç en gelişmiş teknolojiyi anlatmaksa, çevre düzenlemesi bu işi gerçekten iyi başarıyordu. Kurulan ışık kulelerine bakınca Kenan Doğulu sahne alacak gibi görünse de; keyifle dinlediğim ve güleryüzüyle konuklarına değer verdiğini her fırsatta belirten Connor Pierce sahne aldı ve bizlere N97 ile ilgili bilgiler verdi.n97 konusma Connor Pierce’den önce söz alan Jose Luiz Martinez’in (Nokia Explore Kategori Başkan Yardımcısı ) yoğun latin aksanlı konuşması benim gibi bir hiperaktifin dikkatini toplamasına pek de yardımcı olamadı tabii 🙂 Martinez’in sözleri arasında dikkatimi çeken “interneti kişiselleştirebilmek ve ilgi alanlarımıza göre özelleştirilmiş bir deneyime dönüştürebilmemiz. İlk üç ay yalnızca Turkcell kullanıcılarının deneyimine sunulan N97 partisi Murat Uncuoğlu‘nun setiyle devam etti. Beni çok mutlu eden bu seçim, ne yazık ki geceye katılan davetli profili ve saati açısından çok yanlıştı. Sanırım Muncu’nun da en az keyif aldığı iş olmuştur. Resmi giyimli kadınlar ve erkeklerden oluşan konukların çoğu, müzik başlarken mekanı terk etti, diğerleri de sahneden uzakta sahil tarafında vakit geçirdi. n97 partisi 90 larda Maslak  2019 da izlediğim performanslarıyla hayranı olduğum, hala da fırsat buldukça takip ettiğim  Muncu’nun setinde; danslarıyla bana eşlik eden GFK, Ahmetim Bülentim ve Uğur Hoca‘ya teşekkürler. Bir ara ortamıza dalıp 80 lerde diskoya gitmiş rocker gösterisi ile bizleri kahkahaya boğan Meriç Kara çılgınını da atlamamak gerek. Özetle ben çok güzel vakit geçirdim, dostlarla söyleştim, teknolojik yenilikleri dinledim ve en sevdiğim DJ setiyle dans ettim. Daha da iyisi Şam’da kayısı der eskiler 🙂


Dostum Mira ve Larişko’ma mutlu yıllar…

Bu gün 2 ağustos Mira ve Lara Bayraktar’ın doğum günleri. Artık onlar 7 yaşında birer genç kız olma yolundalar.  LARA_MIRA_04 Daha dün gibi Niloşumun yolladığı bebeklik fotoğraflarına bakıp da zırıldadığım. Ne kadar hızla büyüdüler bana göre. Tabii Niloşuma ve dünya tatlısı Sevim’ime sormak gerek onlara da bu denli hızlı mı geldi büyümeleri.
Mira-Lara-NilHenüz dün gibi Arnavutköy’deki evde, Mira’nın emekleyerek yere yayılan örtünün dışına kaçıp koltuğun altına saklanması, Lara’nın onu göremeyince ağlamaya başlaması. Sanki bir kaç saat önceydi teraslı evde Mira’nın boynuma sarılıp “Dostum Mügeeeee” demesi. Larişko’nun nazlı nazlı göz süzüp kediyle oynayıp oynayamayacağını sorması.
Ve bu yaz, bir kaç gün önce çekilen fotoğraflarına bakınca, artık onların genç kızlığa doğru koşar adım ilerlediklerini görmek biraz hüzün verdi içime.
Niloşum ve Memo bu güzel prenseslerin hep iyi günlerini görün, ve karşılarına da hep iyi insanlar çıksın. İkisi de oldukça cilveli kızlar olacak, işiniz var biraz 🙂  LaraMira July09
Hepinizi sevgiyle kucaklıyor ve iki şirineye, gönüllerince yaşayacakları mutlu yıllar diliyorum.


En parlağından bir araba, ama kumandalı olsun…

Zaten yerlerde sürünen moralim biraz önce yaptığım telefon konuşmasıyla iyice perişan oldu. Sevgili Davut Topcan, “Her şeye rağmen yalnız değiller” projesi kapsamında, Yalova’da gittiği bir kanser hastası ziyaretinden sonra, yapmak istediği jest için destek istedi. Hasta 10 yaşında bir yavrucak, yaşıtları koşup oynarken o lösemi ile savaşıyor. Sarı saçlı, mavi gözlü şirin mi şirin yavrucak Davut’un da yüreğini yaraladığı için yanından ayrılırken ona sormuş “en çok ne sevindirir seni söyle bakalım?” Miniğim cevap vermiş “şöyle parlağından bir araba, kumandalı olsun ama” Davut’um da aramış ki, bir yerlerden ne yapıp edip buluruz acaba diye akıl almaya. ferrari Yüreğim eridi bir an; düşünsenize dostlar, 10 yaşında bu bebe, daha ne güzel günler yaşayacak cümlesini kurup kuramayacağmızı bile bilemediğimiz bir bebe. İsyan ettim bir an, eski güçlü günlerimde olmadığım için, hemen el atıp bu ihtiyacı karşılayamadığım için.
Kimi ararım ne yaparım diye düşünürken, sizler geldiniz aklıma. Evet sizlerden yardım istiyorum, elbet birinizden birinizin tanıdığı bir ürün yöneticisi veya pazarlama müdürü vardır oyuncak firmalarından birinde. Lütfen yardımcı olun; onlara ulaşıp karınca kararınca da olsa, Davut’un bu projesi kapsamında gideceği illerdeki minik kanser hastalarına verilecek oyuncaklara sponsor olsunlar. Biliyorum ki hepsinin bu tip işler için bütçeleri var. Saçma sapan TV programlarına, şımarık artist çocuklarına yağdıracakları oyuncak bütçelerinden azıcık kırparak bile bu işi başaracaklarını çok iyi biliyorum. Haydi dostlar, ne olur destek verin ve doğru isimlere ulaşabilelim.
kamyonetHediye verildiğinde onların yüzünün alacağı ifadeyi görmek ömre bedel. Yarın Davut’um o ifadelerden birine, kendi kısıtlı imkanı ile tanık olacak. Bir sonraki ziyaretinde yanında olalım, bizler de tanık olalım bu mucizeye.
Çocuklu dostlarım, sizlerden bu konuda daha çok destek bekliyorum, haydi bağlantılarınızı elden geçirin ve müjdeyi verin bize.


Catch The Train…

Bu akşam uzun süredir izlemediğim kadar hızlı tempolu bir film izledim.
The Taking of Pelham 1 2 3… Uzun yıllar önce aynı isimle izlediğim filme göre teknikler ve kamera oyunları daha fazlaydı tabii, ama oradaki Walter Matthau performansı unutulmazdı.  travolta
Silahlı bir grubun bir banliyö trenindekileri rehin alması üzerine kurulu olarak özetleyebileceğim filmde; Tony Scott’ın alışılmış kamera hareketleri ve görsellik yine ön plandaydı. Karakterler ustaca seçilmiş, olay örgüsü dantel gibi işlenmiş, son teknolojilerle çekilmiş araba sahneleri de eklenince oldukça keyifli bir seyirlik ortaya çıkmış.
Başrollerdeki Denzel Washington ve John Travolta çok da zorlanmadan rollerini yapmışlar sanki. Travolta’nın, FaceOff ve Swordfish’teki performansları daha başarılıydı diyebilirim. Yan rollerde de ünlüler resmi geçidi var. John Turturro polis arabulucusunu ve Luis Guzman da soygunculardan birini canlandırıyor. Bu ikili Anger Managment’ta yine birlikteydiler. James Gandolfini ise NewYork’un efsane belediye başkanı Rudolph Giuliani’yi gerçeğine çok yakın olarak canlandırıyor. Gerilim dozu ustaca ayarlanmış filmde, bir kaç yerde şirin sayılabilecek espriler de var.  denzel Spoiler olmasın izlerken fark edersiniz. Bu film vizyona girince izleyin. Sountrack albümünü listeme aldım bile soundtrack linkine şuradan, filmin orijinal web sitesine de şuradan ulaşabilirsiniz.
İyi seyirler.


BeniKoruyun.com, bunu bana borçlusunuz…

Sevgili Alev Durmuşoğlu‘nun yazdığı girdilerle tanıdım bu oluşumu.  BeniKoruyun.combenikoru3

Çocukların uğradığı cinsel istismarları engellemek, kamuoyunu bilinçlendirmek, bilgi paylaşımı gibi konularda başvuru kaynağı olan çok güzel bir çalışma. Lütfen inceleyin ve dostlarınızla paylaşın. Bu oluşuma destek olacak yetkinlikte herkese ulaşalım. Aile içi şiddet ve istismarlar ne yazık ki seslendirilmiyor.  beni koru Bu konuda da uyanık olalım, çevremizde bu durumda olan çocuklar bulunabilir. Siteden destek alarak onlara yardım edebilirsiniz.

İlginiz ve desteğiniz için teşekkürler.


Birkaç koliye sığan uzun yıllar…

Tarabya sırtlarında bir depo. İçinde, bir organizsayon firmasının işlerinde kullandığı malzemeler, düzenli bir şekilde raflara ve boşluklara dizilmiş. Üzeri örtülü bir küme var duvarın dibinde. Onlar; 2006 yılında parasızlık nedeniyle boşaltmak zorunda kaldığım evimden artan son eşyalar. 1930 larda yeni evini özenle düzenleyen genç bir çifte ait, orta parçası eklenince 12 kişiye yemek verilebilen bir masa ve sandalyeleri. bufe Bir başka parça; aslan pençesi ayaklı çift cam kapılı bir büfe, o da genç bir doktorun hemen hemen aynı zamanda muayenehanesi için aldığı ilk eşya. Neredeyse ilk günkü gibi korunan bir orta sehpası o da 30 lardan, genç çiftin oturma odasını süslemiş o yıllarda. Arçelik 70 ekran TV için özel sehpa, Kelebekten bir şifoniyer, 1900 lerin başına ait, kelle tabir edilen bir Bünyan el halısı, 2 tane lambalı radyo, ressamı bilinmeyen ağır klasik çerçeveli, 1,5×3 ebadında bir tablo ve 6 tane büyük koli.
Eşe dosta dağıttıklarımdan elimde kalanlar işte bunlardı. Bu sabah, kız kardeşimle gittiğimiz o depodan sadece 6 koliyi ve şifoniyeri aldım. Diğerlerini de ihtiyacı olduğunu bildiğim bir arkadaşımızın alması için hazırladım. Kardeşimin koltukları katlanan kamyonet kılıklı arabasının bagajına koliler yerleşirken, dönüp arkada kalanlara baktım bir süre. Ne kadar atlatmayı başardım desem de içimde bir yerlerde minik cam kırıkları kalıvermiş. Anneme getirdiğimiz koliler için civar esnaftan yardım isteyip emniyetli bir yere koyduk.
Sonra sıra geldi açmaya. Kırılmasın diye özenle sardığım anneannemden devrolan porselen yemek takımı, teyzemden hatıra el yapımı desenli kristal kadehler, büyük hanımdan kalan ve ailenin ilk kızına çehiz verilen Rosenthal çay takımı hepsi nazlı nazlı yatıyorlar yerlerinde.  demlik
Açamadım, açmayacağım da, yeğenime çehiz yapması için kızkardeşime vereceğim, ona uğur getirmesini dileyerek. Diğerlerini açtım; fotoğraf albümlerinin olduğu koli her ihtimale karşı hem içten hem dıştan baloncuklu naylonlarla kaplanmıştı. Narin birer cam gibi davrandım hepsine, özenle bir rafın altına diziverdim, bakamadım içlerine. Kitaplarım, canlarım, çeşitli kütüphanelere bağışladığım yaklaşık 7 televizyon kolisinden geri kalanlar, imzalılar, bir kaç tane ilkbasım, artık adı bile hatırlanmayan Varlık Yayınları serisi kitaplarım, kıyamadıklarım. Tablolarım, Atatürk resimlerim, Piri Reis haritalarım ve benim için değerli başkalarına göre çerçöp parçalar. İşte 24 yıllık ev hayatından arta kalanlar. 6 küçük koli.
Hiç düşündünüz mü sizin hayatınız kaç koliye sığar acaba…

(Fotoğraflar evi boşaltmadan önce çekilmişti, belki satılır umuduyla)


Sahne ışıkları sönünce tökezlemeyin

“Işıklar sönmeden önce nerede durduğunu unutma. Çünkü ışıklar söndüğünde sahneden inmen için kimse sana yol göstermeyecek.” Apollo 15 ekibinden astronot Dave Scott.
Bu cümle sabahın erken saatlerinde keyifle okuduğum bir yazıdan alıntıdır. Sevgili Tuğçe Esener’in Ay Çarpması adlı güzel çalışmasını okuduğumda, pek çok anı hücum ediverdi gözümün önüne. Cumartesi akşamı durumu ağırlaştığı için bizi oldukça korkutan babacığım geldi aklıma. Philips’te bakım bölümü müdürü olarak görev yaptığı yıllardı. Evinde televizyon olan ayrıcalıklı çocuklardan biriydim. Ama aldığımız terbiye gereği kimseye söylemezdim. Hem aslında yayın saatleri kısıtlı, demir perde ülkesi yayını tadında programların da pek anlatılacak bir şeyi yoktu ya. Aya ayak basma olayı naklen yayınlanacak denince hepimizi müthiş bir heyecan sarmıştı. Babam da izin almış, evde bizlerle beraber izlemek için gelmişti. Gözleri parlıyordu “bu günden sonra dünya artık eskisi gibi olmayacak” demişti heyecanla. Kendi de yeni yerler keşfetmeye bayılan bir denizci olan bu coşkulu adam, şimdilerde gözlerinin feri sönmüş, kemiklerinin üzerinde neredeyse et kalmamış, minicik birine dönüştü. Salute from Dave ScottTam da Dave Scott’ın anlatmaya çalıştığı gibi, o da sahneden inince şaşkına dönen ve yalnızlığıyla başa çıkmayı beceremeyince kendini bir odaya hapsedip, televizyon karşısında kireçlenen bir emekli. O kadar uğraştım, “haydi gel yürüyüşe gidelim, haydi sinema, bak müthiş bir caz dinletisi var” oralı olmadı. Kız kardeşim ve erkek kardeşimin yanına deniz kenarında dinlenmeye gitti farklı zamanlarda. Yaşları daha küçük olan torunlarla eğlenir hayata bağlanır diye düşündük ama olmadı. O yine bir koltuk köşesinde televizyona kilitlenen bakışlarla oturdu. Hayata küstü ve kendini yatalaklığa teslim etti.
Erkeklerin; aktif olmasa da iş hayatları süresince bir kaç hobi edinmesi gerekli. Böylelikle emekli olduklarında sudan çıkmış balığa dönmek yerine, kendilerini hayata bağlayacak amaçları olabilir. Örneği çok var, ikinci bir hayat yaratabilenler var biliyorum. Keşke babam da, etrafındaki hayranların kalıcı olmadığını anlayabilseydi ve kendine bir kaç uğraş edinseydi. Yedi denizi gezip, her ülkede kendine hayran birilerini bırakınca, hayat hep böyle geçecek sandı herhalde. Paylaşabileceği bir çok bilgi, anı ve beceri varken bir köşede oturmayı seçtiği için birey olarak ona çok kızıyorum, ama evladı olarak da üzülmekten başka bir şey yapamıyorum.  Turkay Turkaydin Hem büyük teyzem, hem doktor olan eniştem hem de babamda gözlemlediğim, “emeklilik sonrası çöküş” aşaması beni çok ürküttüğü için neler yaparım diye çok araştırdım. Uzun yıllar önce keyifle yaptığım yağlı boya resime geri dönebilirim, ders vermeye devam edebilirim gibi alternatifleri çoğaltmaya çalışırken, aslında en önemli şeyin sosyal hayattan kopmamak olduğunu gördüm.  Ben de kendimi hayata bağlıyorum kendimce. Bilgisayarım en büyük yardımcım. Okuyorum, araştırıyorum, becerebildiğim kadarıyla yazıyorum. Bir çok platformda aktif katılımcıyım. Sanal dünyadaki aktivitemin yanında, gerçek dünyada takip edebildiğim etkinlik sayısı, ne yazık ki emekli maaşımın sınırlarını zorladığı için pek az. Ama kendimi yenileyebileceğim, geliştirebileceğim ve birileriyle paylaşabileceğim ücretsiz etkinlikleri kaçırmamaya çalışıyorum. Bulduğum her fırsatta yürüyorum, sokakta gördüğüm insanlara gülümsüyorum, çocukları seviyorum, sokak hayvanlarıyla oynuyorum, özetle hayata bağlanıyorum. Sağlığım ve şartlar el verdiğince aktif yaşamaya da devam etmeye çalışacağım.
Sahne ışıkları, iş hayatı anlamında 2005’te söndü benim için. Şanslıydım ki, bana yol gösteren ve destek olan dostlarım sayesinde tökezlemeye ramak kala toparlandım. Ayakta kalabilmek için; bazılarının dudak büktüğü çocuk bakmak, ders vermek, market aktivitelerini denetlemek, gizli müşteri olmak gibi işlerle hayata bağlandım. Sinir sistemimi yoracak, iktidar hırsıyla yanıp tutuşan insanlarla bir arada olunacak işlerden özellikle kaçınıyorum. Önce huzur, sonra para kazanmak. Paranın önemini asla inkar etmem, her şeyin başı o (sağlık diyenlerinize, para yoksa sağlık da yok diyebilir ve hatta kanıtlayabilirim).
Yine ruh halim gibi karmakarışık bir yazı, idare edin, bir süre daha böyle 🙂


The Hangover…

hangoverDaha önce belki onlarca benzer konulu film izlediniz, “bekarlığa veda partisi” etrafında dönen konulardan beslenen. İşte Hangover’da yine bu konu üzerine çekilmiş bir film, ama ne film. Anlatılmaz yaşanır diye bir cümle var ya tam bu duruma uygun işte.
Dizilerden ve filmlerden çeşitli rollerde izleyip, kimi zaman sevip kimi zaman kızdığımız aktörler bu kez bizi kahkahadan kırıp geçirmek için sözleşmişler sanki. Beni tanıyanlar bilir, film hakkında yazılan yazılarda spoiler görmekten de yazmaktan da hoşlanmam, o nedenle konuyu kısaca “damada hazırlanan sürpriz bekarlığa veda partisi sırasında olanlar” diye özetleyip, oyunculara odaklanalım.
Filmde rol alan pek çok ünlü yıldız var. Başroldeki 4 oyuncudan biri National Treasure filminde gözüme kestirdiğim Justin Bartha, kayıp damadı oynuyor. Alias isimli dizide tanıdığım pek çok filmde yan rollerde, bir çok dizide başrolde oynayan Bradley Cooper, damadın fırlama arkadaşı rolünde harikalar yaratıyor. Egzantrik kayınbirader rolünde Into the wild ve What happend in Vegas’taki rollerinden hatırlayacağınız çok yönlü oyuncu Zach Galifianakis var. Pısırık dişçi rolünü ise, bu güne dek oynadığı belirtilen hiç bir filmden hatırlmadığım, ama bu filmdeki performansıyla asla aklımdan çıkmayacak olan Ed Helms canlandırmış. Gelinin zengin babası rolünde Arrested Developement’ın üç kağıtçı babası Jeffrey Tambor var. Esrarengiz sarışın Jade rolünde The Guru ve Anger Management filmlerindeki performansıyla dikkatimi çeken Heather Graham vardı.
Film Las Vegas’ta geçtiği için aralarda pek çok ünlüyü de çerez kabilinden görebilirsiniz, tabii Mike Tyson dışında, o ciddi ciddi rol kesiyor.
Gelelim en favori oyuncuma Mr Chow’u canlandıran Ken Jeong bundan sonra adını gördüğüm her filmi izlememe neden olacak derecede iyi bir oyuncu, kırdı geçirdi beni performansıyla.
Tabii filmde önemli rolleri paylaşan şaşkın suratlı bir bebek, müthiş bir kaplan ile nereden geldiğini şu anda hatırlayamadığım bir de tavuk var.
Hem kahkahaya doymak, hem de arka planda çalan müthiş müziklerle (mesela; who let the dogs out) coşmak isterseniz bu filmi kaçırmayın. Filmin linkine buradan, fragmanına ise şuradan ulaşabilirsiniz.


Babama…

Babam benim en iyi arkadaşlarımdan biri oldu hep. Belki de denizlere açılıp uzun süreler yanında olamayacağı çocuklara “otorite figürü” olmak yerine, birlikte maskaralığa varan eğlenceli şeyler yapabilmek için bunu seçti belki bilemiyorum. Ya da topu anneme atmak kolayına gelmişti, hala karar veremedim. Türkay Türkaydın, benim babam. Yüksek Denizcilik Okulu mezunu, çakı gibi bir başmühendis, gezmediği deniz ve ülke kalmamış bir Atatürk genci. İki kız çocuktan sonra gelen oğlunun doğum haberini Kiel kanalında alıp “yetti bana denizler” deyip uzunca süre karada bizlerle vakit geçiren babam. Bana boğazın soğuk sularında yüzmeyi öğreten, dansın hayatın en keyif veren şeylerinden biri olduğunu anlamamı sağlayan, küçük yaşlarda yabancı diyarları görmenin yeni insanlarla tanışmanın harika olduğunu öğreten bir dosttu babam. babam ve annem Bir zamanlar birlikte çok keyifli vakit geçirdiğiniz birinin şimdilerde feri sönmüş gözlerle, konuşmadan size bakması içinizi acıtıyor inanın. Yapacak bir şey yok, kendi tercihiydi bu, sonucunun bu kadar ağır bir bedel olacağını hesap edemedi sanırım. Kalça kemiği ameliyatından sonra herkesin etrafında pervane olması mı hoşuna gitmişti, yoksa gerçekten boyun damarlarındaki kireçlenme nedeniyle sağlıklı düşünemiyor muydu bilemiyorum. Ama onunla aynı zamanda ameliyat olan 85 yaşındaki amcanın koşarak olmasa da yürüyerek hastaneden ayrıldığını görünce aynı şeyi ondan da bekledik haliyle. Babam ise, bize omuz silkerek “yürümeyeceğim işte, size inat yürümeyeceğim işte” deyip durdu. Bir zamanlar merdivenleri dörder dörder çıkan, çalıştığı geminin güvertesine “şeytan çarmığı” denilen ip merdivenle tırmanan, samba yaparken izlemeye bayıldığım, dert ortağım babam artık yaşamaktan hoşnut değil. Bazen acaba ona eziyet mi ediyoruz bunca ihtimamla diye düşündüğüm de oluyor. Birlikte geçirdiğimiz süreler git gide kısalıyor, kısa bir merhaba, Emir nasıl annen nasıl soruları sonunda yatağının yanındaki pencereden dışarı doğru dalıp gidiyor bakışları. Bu sabah ayaklarım geri geri gidiyor içimden gelmiyor gitmek. Belki bir çoğunuz eleştirecek için için bu hislerimi. Zorlandığım günler bunlar, “özel günler” eskiden keyfile yenen yemekler, gidilen gezilerle renklenen zamanlardı. Şimdiyse sadece kalbimi sızlatan zamanlar.
Aslında ruh halimi anlayabilmeniz için belki bu yazımı da okumanız gerek.


Sayfalar:1...47484950515253...59