:::: MENU ::::
Posts tagged with: İstanbul

Pozitiflenin, yeniden doğun…

Dün yeniden doğdum ben, sabahın erken saatlerinde deniz yoluyla Kadıköy’e geçtim, oradan da Bostancı yoluyla Büyükada’ya gittim. Hem deniz yolculuğu, hem de güneşli bir günde Büyükada’nın bana iyi geleceğini biliyordum.
Son elli yılda çirkinleştirmek için, öldürmek için her çabanın harcandığı güzel şehrim, sabahın erken saatlerinde nazlı nazlı uyanıyordu, denizin üstünde görünen hafif pus havanın sıcak olacağını gösteriyordu. Öyle de oldu, bahar havasında yürüdüm deniz kenarında, Büyükada’nın sakin yollarında (tabii erken saatlerde böyleydi, sonra yoğun bir arap baskınına uğradı)
Kediler ve martılar eşlik etti bana çoğu zaman.  
Öğleden sonra Kabataş’a giden vapura bindiğimde içim huzurla dolmuştu.
Güneşin batışıysa masal gibiydi.
Aralık ayının ikinci yarısı epey zorlu geçti çoğumuz için. Merkür’ün gerilemesi, gündönümü, ay tutulması vs derken hem maddi, hem manevi anlamda epey sarsıldım. Evden çıkamadığım günlerde durum daha da zor oluyordu. Bildiğim bütün tekniklerle kendimi toparlamaya çalıştım; derin derin nefesler aldım, meditasyon yaptım, EFT ve reiki uyguladım. Her sabah sağlıklı uyandığım için, aklı başında ve gurur veren bir evlada sahip olduğum için, beni seven bir ailem olduğu için, beni yalnız bırakmayan arkadaşlarım ve dostlarım olduğu için şükrettim.
Gün içerisinde, sıklıkla hayatından memnun olmayan ve sürekli yakınan insanlarla karşılaşıyorum, yazdıkları kısa notları okuyorum, bazen bir iki satır yorum yazıp bir süre de olsa, yalnız olmadığını, başkalarının da böyle sıkıntıları olabileceğini anlamasını ve kendini iyi hissetmesini sağlamaya çalışıyorum. Ünvan sahibi bir bilim kadını olmadığım için beni dinlemeyebilirler diyerek, aşağıya bir yazı alıntılıyorum, bundan sonra link veririm nasihat yerine. Prof. Yıldız Batırbaygil’in adını 3 yıl önce duymuştum. Birini aşağıda okuyacağınız 2 güzel yazısını çok severim. Diğerini de sevgili Murat Esenli’nin blogundan okuyabilirsiniz.
İçiniz sıkıldığında derin bir nefes alın, sonra bir daha, bir daha nefes alın ve yaşadığınız için şükredin.
Aşkla kalın, hayata ve onun tüm ifadelerine aşkla…
Beyin öyle bir güçtür ki..
Kafadan geçen her düşüncenin bir talep olduğuna inanıyorum… iyi şey ister güzel şeyler düşünürseniz cevabı aynen öyle gelir , Ama hep korku ve kuşkuyla yaşarsanız aynen bunları da çağırırsınız. Trafik kazasından korkan insanlar hep kazaya uğrarlar. Eğer siz korkuyla yola çıkar ve hep bunu beyninizde kurgulayıp etrafa negatif enerji yayarsanız mutlaka şoföre kaza yaptırırsınız ama arabayı siz kullanıyorsanız
ve böyle korkularınız varsa eğer sakın araba kullanmayın..
Çocuğuna aşırı korumalı ana ve babalarının çocuklarına hep bir şeyler olur, yani biri bir taş atsa bile gelir sizin çocuğunuzun kafasını bulur o zaman siz şunu düşünürsünüz “onu kollayıp korumasam hep başına olumsuz şeyler geliyor.”  Neden acaba ? Bu tıpkı (yumurtamı tavuktan çıkar, yoksa tavuk mu)’yu andırmıyor mu?
Öyle mutsuz bir toplum olduk ki birbirimize günaydın diyemiyoruz, bir araya geldiğimizde hep olumsuz olaylar konuşuyoruz, biri bize nasılsın dese iyiyim demeye korkar olduk, işler nasıl deseler, derhal şikayet etmeye ve her şeyin kötü ve daha da kötüye gittiğini söylüyoruz, hastalıklarımızdan ve ölümlerden bahsediyoruz yani dostlarla da sohbetin güzelliği , keyfi kalmadı.
Hep para olmadığından yakınıyoruz sanki bunu soran bizden para isteyecekmiş gibi. Aynen devam edin, neyi YOK diyorsanız, onu YOK etmeye devam edin, sürekli şikayet edip etrafa olumsuz ve zavallı görünerek her şeyin bereketini kaçırın, ayrıcada bu kadar mızırdanma sonunda dostlarınızı da kaçırdığınızı fark edeceksiniz. Sürekli param yok diyen insanlar paralarının bereketini öyle kaçırırlar ki bir gün gelir birde bakarlar gerçekten paraları bitmiş ama bu bitiş ani çıkan hesapta olmayan mecburi harcamalarda olabilir, sağlığa harcanması gereken miktarlar da olabilir. Hep hastayım diyen insanlar mutlaka hasta olurlar beyin şartlanmaya görsün hangi hastalıktan korkup, çağırıyorsanız size onu getirir.
Allah zaten verilen nimetlere şükretmesini bilmeyen kullarından bu nimetleri bir müddet sonra almaya başlar. Çevrenize bakın örneklerini çok göreceksiniz. Gelin bundan sonra “Nasılsın” diyenlere “ÇOK İYİYİM ÇOK ŞÜKÜR”  demekle işe başlayın.
Öyle bir toplum olduk ki karşımızdakini yargılamaktan sevmeye zaman bulamıyoruz. Oysa her yaşta sevgiye ihtiyacımız var. Sevgi sunulmazsa sevgi değildir. Neyi severseniz sevin ama içinizde yoğun sevgi duyguları olsun. Birisine sevginizi söylediğinizde hareketlerle bunu pekiştirdiğinizde ona öyle güzel bir enerji yollarsınız ki, onun mutluluğunun enerji şeklinde size geri dönüşünden aldığınız pozitifi başka hiçbir şeyde bulamazsınız.
Yeni bebeği olmuş bir anne eğer sıkıntıları varsa veya olumsuz bir kişiliğe sahipse lütfen en olumlu olduğunda bebeğini kucağına alıp onu çıplak tenine değdirsin.Eğer bebeklerinizin huzurlu ve sağlıklı bir bebek olmasını istiyorsanız onu sakin kavgasız gürültüsüz ve pozitif bir ortamda büyütmeye çalışın, Kızgınken, sinirliyken kucağınıza almamaya çalışın ve ona sınırsız sevginizi gösterin.Öpün koklayın ve bilin ki bu günler çok çabuk geçecek ve bilin ki çok çabuk büyüyorlar. Bazı anne ve babalar çocuklarını çok sevdikleri halde bunu ifade edemez ve gösteremezler. Neden ? Ne zaman göstereceksiniz? Tanrı’nın verdiği bu armağana sevgiyi en güzel şekilde göstermemiz bir şükür ve teşekkür değil mi ?
Beyin öyle bir güçtür ki , insan beyin gücünü kullanarak isterse kendini felç de edebilir, öldürebilir de, kanserini de yenebilir. Yeter ki beynini şartlandırabilsin. Beynimizde yaklaşık 13 milyar civarında sinir hücresi vardır. Her bir hücre yaklaşık 7.3 kilo voltluk enerji açığa çıkarır. Pratikte mümkün değil ama teorikte beyindeki tüm sinir hücrelerinin aynı anda enerjilerini saldığını varsayalım, yaklaşık 350 milyon kilo voltluk bir enerji açığa çıkar ki bu da büyük bir metropolün tüm elektrik ihtiyacını karşılayacak güce sahiptir.
Size tıp kitaplarına girmiş bir olayı anlatmak istiyorum,
Et taşımaya yarayan soğutuculu bir tren, temizlenmek için bir istasyonda duruyor.. İşçiler vagonları temizlemeye başlıyorlar, işçinin biri bir vagonu temizlerken diğer işçi o vagonu boş sanıp kapısını dışardan kilitliyor.. Biraz sonra tren hareket ediyor, ve bir durak sonra et almak üzere bir istasyonda duruyor. Kapalı kalan işçinin vagon kapısı açıldığında işçinin donarak öldüğü görülüyor. Fakat bir bakıyorlar ki, vagonun ısısı normal ısıda yani dondurucuya geçirilmemiş. Ama kapalı kalan işçi bunu bilmediği, donarak öleceğini sandığı için beyin aynen donmanın şartlarını hazırlayarak, donmanın tüm belirtilerek göstererek vücudunu buna uyduruyor.. .  Yani beyninizi olumlu şeylere kanalize edin .
Bazı insanlar vardır, hep konuşurken daha yaşasam 1-2 sene daha yaşarım diye konuşup sık sık bunu
tekrar ederler ve kendilerine adeta bir ölüm zamanı belirlerler. Ben bu laftan çok korkarım ,eğer bunu inanarak söylerlerse beyinlerini öyle bir şartlarlar ki , öyle bir kurgularlar ki gerçekten dedikleri zamanda
ölürler. Bu yüzden kaç yaşında olursanız olun hep bir hedefiniz ve hayalleriniz olsun ki uzun yaşayabilesiniz. İnsan hayal ettiği müddetçe yaşarmış. Ne doğru bir laf değil mi?
Dün bitti. Dünün tekrarı yok aynı rüyalar gibi. Yarın, hiç bilmiyoruz, iyi şeylerde olabilir kötü de . Ama şu anımı biliyorum,ayağım kırık bu yazıyı yazıyorum ama eşim yanımda çocuklarım sağ ve ben bu yüzden dünyanın en mutlu insanıyım ve yarınımı da bilmediğim için bu anımı en iyi, en keyifli ve en pozitif şekilde değerlendiririm. Bilmediğim bir geleceği düşünerek de bu anımı zehir edemem. Siz de böyle yapın ve hayatınızı birbirine karıştırmamak kaydıyla 3’e bölün. Dün, bugün,yarın diye…
Biz ani stresleri çok severiz. Çünkü ani streste vücutta Adrenokortikotrop hormon (ACTH) artar ve hafıza,
algılama, enerji süper olur. Yani bu hormon strese karşı vücudun bir sigortasıdır. Ama siz bu stresi kısır döngüye çevirirseniz yani sürekli beyninizde kurarsanız, hep bunu düşünürseniz, gelen olumlu şeylerin hepsi geri gider. Yani unutkanlıklar, enerji kayıpları, isteksizlikler, migren, mide-bağırsak şikayetleri, uykusuzluklar, beyin tümörler, tansiyon iniş-çıkışları, vücudun muhtelif yerlerinde uyuşmalar, mutsuzluk, hatta depresyon ,kalple ilgili şikayetler ve kansere zemin hazırlamış olursunuz. Bunları kendinize niye reva göreceksiniz ki ? Akıllı, kontrollü ve olumlu olmak yeterli.. Eğer büyük bir strese girdiyseniz kendinize hobiler bulun, yani kafanızı dağıtın. Başka işlere kanalize olun ki stres yaratan faktörün etkisi az alsın veya
sevdiğiniz, sizi mutlu eden şeylerle uğraşın. Bunları da yapamıyorsanız dua edin, duaların insanlarda yarattıkları mistik etki onların pozitiflenmesini sağlar. Ben evde sokakta bile hep iyilik diler ve hayır için dua ederim…
Saygılarımla,
Prof. Yıldız Batırbaygil “

Haydarpaşa Garı

Tarihi bir binayı daha yakıp kül ettik. Hepimiz suçluyuz sahip çıkmadık. Hazırlanan projeler, planlar gözümüze sokulduğu halde olmaz sandık, aldandık, bir kez daha. O koca bina cayır cayır yanarken benim de içinm yandı. Çocukluğum, gençliğim, hatırlalarım kül oldu gitti.

Söylenecek çok şey var ama benim gücüm yok. Umarım bazı arkadaşlarımın umduğu gibi aslına uygun şekilde restore edilir. Bugüne dek hangi tarihi yapıyı aslına uygun yapabildikse…

Artık o güzelim silueti sadece fotograflarımızda ve eski Yeşilçam filmlerinde görebileceğiz.

Yazık, çok yazık…

Tarihçe için buraya tıklayınız.

Yakmaya neden olan projelerle ilgili haber linklerine buradan, buradan ve buradan ulaşabilirsiniz.


Dostlarınız varsa; doğum günlerinizde yaşlanmaz, gençleşirsiniz

Bu yıl Emir’in kısacık da olsa yaptığı İstanbul ziyaretiyle başladı doğum günü kutlamalarım 🙂 Gabriel’le beraber verdiler ilk hediyemi. Harici hardisk alamadığım için pek hayıflandığımı bildiğinden, armağanı bu konuda seçmişler.
3 eylül sabahı, teyzemin erkenden ve sessizce hazırladığı sürpriz kahvaltıyla da devam etti kutlamalar 🙂 Öğle saatinde de sevgili Neva Kip‘le aylardır uğraşıp denk getiremediğimiz öğle yemeğinde buluştuk. Keyifli sohbet yanında Nişantaşı Kantin’in leziz menüsüyle pek güzel vakit geçirdim. Hediyelerim de bonusu oldu.  

Sonra Rumeli Caddesi’nden eğlenceli bir yürüyüşle, metro yardımıyla Astoria’ya gittim. Kendime bir kız filmi armağan etmek istedim. Buldum da, “Going The Distance” sabun köpüğü gibi, ama arada kahkahalarla güleceğiniz sahneleri olan bir romantik komedi. Başrollerde Drew Barrymore, Christina Applegate, Ed adlı dizide ilgimi çeken ve He’s Just Not That Into You ile sevdiğim aktörler arasına katılan Justin Long ve Its always sunny in Philadelphia dizisinde keyifle izlediğim Charlie Day var. Rahatça izleyip, bolca kahkaha attım. Eve dönerken bir dönem birlikte çalıştığım reklamcı arkadaşlarım aradı, doğum günümde sevdiğim bir program hazırladıklarını, kimseye söz vermememi söylediler.

4 eylül sabahı doğum günü kızı olarak, sabah erkenden Friendfeed’deki kutlamaları görüp, zırıl zırıl ağladıktan sonra, susmayan telefonları cevaplayarak duş yapıp, giyinip çıktım evden.
Denize olan aşkımı bildikleri için bir tekne ayarlayıp, boğaz turu ve Riva’ya kadar uzanmayı planlamışlar. Gel gör ki allahın umdurmadığını peygamber sopayla kovalarmış. Trafik ışıklarında yavaşlayıp durduklarında, arkalarındaki su damacana servisi yapan minibüs, bütün hızıyla çarpmış bizimkilere. Kızların her ikisi de sarsıntıda boyunlarını zedelemişler. Arkadaşımın arabası volvo olduğu için onda neredeyse hiç hasar yokmuş, ama minibüsün önü haşatmış. Kağıt  kürek işlerinden sonra hemen Amerikan Hastanesine gidip boyun röntgeni çektirmişler. Birine hemen boyunluk takılmış, diğerinin bir de mr çektirmesini istemişler. Boyunluk takılanı, bir taksiye atladığı gibi benim beklediğim yere geldi. Görünce şaşırdım, sonra da neden telefon etmediler diye kızdım. Üzülmemi istememişler. Birlikte gideceğimiz arkadaşları telefonla aramışlar bildirmişler, bana ille de kendi gelip haber vermek istemiş. Sarlıp, koklaşıp ayrıldık, başka bir zaman aynı turu yapmak üzere sözleşip.    
Bendeniz de ne etsem diye bakınırken, gelen Taksim otobüsüne atıverdim kendimi. Keyifsiz olduğum, enerjimin düştüğü zamanlarda yaptığım gibi Beyoğlu-Tünel turu planladım hemen. Taksim’e çıkılır da Kızılkayalar’a uğranıp arsızlık yapılmaz mı? Tam o sırada “Can Dostum” esprili kutlama telefonuyla arayıp, nerelerdesin demesiyle yanımda bitivermesi arasındaki zaman 2 dakikayı geçmemiştir. Bolca kahkahalı sohbet sonrası kendisini toplantıya götürecek kişileri beklerken, Starbucks’ta sohbete devam etmeye karar verdik. Onu katılacağı toplantıya yolcu ettikten sonra, ben de Tünel’e doğru yürümeye başladım. Yoğun lodos nedeniyle nem oranı iyice yükseldiği için, sık sık klimalı mekanlara girip, sanki alışveriş edecekmiş gibi serinliyordum 🙂 Tünel’deki Starbucks’a attım kendimi, wifi hizmetinden yararlanarak gelen mesajları ve tebrikleri cevaplarken yine zırıldadım, oradakiler de anlam veremediler, ama bulaşmadılar da 🙂 Sonra Cadım aradı, programım olmadığı için “haydi Kadıköy’e gel” teklifini ikiletmedim. Tünel’den Karaköy’e uzadım ve ilk vapurla harika bir deniz gezmesi yaparak planlanan eğlencenin minisini gerçekleştirdim 🙂 Mutad cumartesi ziyaretini gerçekleştiren Wind Spirit’i görünce hemen görüntüledim sevgili Olcayto Cengiz için 🙂 Kadıköy’de evet-hayır yarışmasının son aşamaları oynanıyordu. Meydanda geç saatlerde yapılacak toplantı duyuruları, parti araçlarının devasa kolonlarından yükselen sesler, gürültü kirliliğine tavan yaptırmıştı.

Hemen oradaki Starbuck’sa sığındım ve Cadıyı beklemeye başladım. Bir de sürprizle geldi Cadım, Isparta’dan düğün nedeniyle ziyarete gelen tonton anneannesini de getirmişti yanında. Deniz kenarına gitmenin daha eğlenceli olacağında hepimiz hemfikir olup yola döküldük. Balon’un altındaki sahilde kurulu mekana yerleştik, içeceklerimiz ve gıdalarımızla sohbeti derinleştirdik. O kadar eğlendim ki saatin farkına bile varmadım. Cadı’nın annesi de işlerini bitirip bize katıldı. Harika bir kadın, güçlü, kararlı, bilinçli, iyi eğitimli ve eğlenceli. Üç nesil bir aradayken, hem aile terbiyesi ve görgüsü, hem de genlerin etkisini rahatça görebiliyor insan. Bu keyifli sohbet ve üçü de nev-i şahsına münhasır kadınlardan ayrılmak zor olsa da, son Beşiktaş vapurunu kaçırmamak için hızlıca iskeleye yürüdük.
Akşam saati gökdelenlerin görüntüsüyle çirkinleşmemiş İstanbul panoramasının verdiği hazla, önce Beşiktaş’a, oradan da eve vardım.
Günün yorgunluğunu atmak için hemen bir duş alıp köşeme çekildim. Dostlardan gelen mesajları, yazılan güzel dilekleri okudukça yüzümdeki gülümseme ağzımı ensemde fiyonk olabilecek hale getirdi 🙂
Teşekkürler dostlarım, güzel dilekleriniz, yüreklendiren notlarınız ve sevginizle bir yaş daha yaşlanmak yerine, gençleştim inanın.


Sayılı gün çabuk geçer derler, doğruymuş

17 ağustosta geldi Emir ve arkadaşları İstanbul’a. Hem yeni projesi için görüşmeler yapmak hem de kısa da olsa İstanbul’u solumak istemişlerdi. Çok gönlüme göre olmasa da epey vakit geçirdik birlikte. Onların heyecanlarına, coşkularına tanık olmak, neşelerini paylaşmak benim de ruhuma çok iyi geldi. O kadar alıştım ki Gabriel denen şirin velete, tamam dese evlat edinebilirim. Emir’le kardeş olsalar bu kadar benzer huyları, alışkanlıkları vs. Dominik Cumhuriyeti’nde bir kardeşi var artık oğlumun 🙂 Çok eğlendirdiler beni şu kısacık sürede.

Bu sabah yolcu ettim ikisini Atatürk Hava Limanı’ndan. Hüzünlü değil, sadece uykusuzduk üçümüz de. Sabaha kadar deliler gibi gülüp eğlenip, araya bir de tavla turnuvası bile sıkıştırıverdik. Güle güle gidin evlatlarım, yolunuz ve bahtınız açık olsun. Güzel günler bekliyor sizleri, kıyısından köşesinden de olsa mutluluğunuza ortak olmak güzeldi.


Efsane İstanbul: Bizantion’dan İstanbul’a – Bir Başkentin 8000 Yılı

25 ağustos günü Emir ve Berklee’de birlikte okuduğu yabancı arkadaşlarını, Sakıp Sabancı Müzesi’nde “Efsane İstanbul: Bizantion’dan İstanbul’a Bir başkentin 8000 yılı sergisine götürdüm. Aslında planımız tarihi yarımadaya geçip Topkapı, Ayasofya, Yerebatan üçlemesi yapmaktı, ama sabah saatlerine katılmaları gereken bir toplantı konulunca, biz de programı değiştirdik.    
Sahil yolundan eğlenceli bir yolculukla vardık Sakıp Sabancı Müzesi’ne. Çocuklarım öğrenci oldukları için 3 er lira ödeyerek gezdiler Köşk’teki daimi el yazmaları ve müze bölümündeki İstanbul sergisini.
Atlı Köşk’ün kısa süre öncesine kadar birilerinin evi olduğunu öğrenmek, Jason ve Gabriel’i oldukça etkiledi. Girişten başlayarak köşkün içine girene kadar fotoğraf makinalarını ellerinden bırakmadılar. Hem köşkte hem de müze bölümünde fotoğraf çekmek yasak olduğu için sırt çantalarımızı vestiyere bırakarak önce köşkün içini gezdik, avizelerin ihtişamı, tablolar ve el yazmalarına hayran kaldılar. Sonra müze bölümüne geçtik. Önce şehrin 8000 yıllık tarihini özetleyen bir video izledik. Emir’in de; doğup büyüdüğü, aşık olup adına besteler yaptığı şehri, yüzyıllar öncesinden başlayarak yeniden keşfetmek epey hoşuna gitti. Sergilenen objelerin çoğunu, gerek Arkeoloji Müzesi, gerekse Mozaik Müzesi’nde belki de defalarca görmüş olmama rağmen, özel düzenleme ve açıklamalarla tekrar incelemek, benim de çok hoşuma gitti. En çok etkilendiğim bölüm ise “İstanbul’un Kubbeleri” oldu. Hem sunum hem de yerleştirme olarak çok keyifliydi. Yaşadığınız şehri yeniden keşfetmeniz, tarih derslerinde anlatılanları can kulağıyla dinlememiş olsanız da; hazırlanan videolar ve özenli anlatımlarla İstanbul’a yeniden aşık olmanız mümkün bu sergide. İtiraf etmeliyim ki Bizans dönemi yapımı olan bir kolye epey ilgimi çekti. Eğer güvenlik görevlileri adam adama savunma yapar gibi dolaşmasalardı hemen görüntüleyecektim 🙂 Bu güzel gezinin tek rahatsız edici yanı, dirayetsiz öğretmenleri ve anneleri tarafından getirilmiş 4-6 yaş grubu anaokulu öğrencilerinin dikkat dağıtıcı gürültüleriydi. Enerjilerinin doruğundaki veletlerin bağırarak konuşmaları, koşuşmaları diğer konukları da en az benim kadar rahatsız etti. Belki de müze yönetimi böyle durumlar için özel bir gün veya saat belirleyip sadece çocukları almalı. Ya da diğer konukları uyarıp, onların turu tamamlamalarından sonra içeri girerlerse daha rahat edebileceklerini söylemeliler. Bu küçük pürüze rağmen  Sakıp Sabancı Müzesi gezimiz hepimiz için çok keyifliydi. Terastaki manzara gerçekten ömre bedel, ne kadar güzel bir şehirde yaşadığınızı bir kez daha hissedebiliyorsunuz.

Çıkışta, hemen önümüzden geçen klimalı yeşil otobüse el sallayıp durdurduk ve Ortaköy’e doğru yola çıktık. Püfür püfür esen rüzgarla gevşeyip, deniz kenarında otururken, acıktığımızı fark edip yol kenarına sıralanmış renkli kabinlere doğru yürüdük. Emir ve ben kumpir yedik (yıllardır Maya isimli kumpirciden alırım, iki güleryüzlü hanım sahipleri, her zaman zariftirler, tavsiye ederim) Jason ve Gabriel ise tercihlerini waffledan yana kullandılar, taze meyvelerin rengarenk sunumuna bayıldılar 🙂

Deniz kenarında karnımızı doyurup, kedilerle oynadık. Boğaz turu yaptırmak istedik konuklarımıza, ama saati epey geçti, biz de Ortaköy’de oyalanmaya karar verdik. Ortaköy Camii gezildi, fotoğraflar çekildi, sonra Emir’in akıllarını çelmesiyle nargile içip tavla oynamaya karar verdiler. Şeftali aromalı tütün pek hoşlarına gitti, ben de her iyi ev sahibinin yapması gerektiği gibi, tavla da ikisine de yenildim 🙂


17 ağustos 1999

11 yıl geçti unutmadık, bütün aksi yönde çabalamalara rağmen de unutturmayacağız.
Sizlerle Sets Turan dostumun, geçen yıl yazdığı blog yazısını paylaşacağım. Sayfasından doğrudan kopyalayıp ekledim, okuyun ve sizler de listelerinizle paylaşın lütfen.

17 Ağustos 1999 – deprem güncesi

17 agustos 1999 sabaha karsi.. annemin “deprem oluyor uyan” cigliklarina uyaniyorum sersem sepet. televizyon ile akvaryumu tutun bir sey olmaz dedigimi hatirliyorum.. sonrasinda geri uyudugumu..

keyfim ve uykumun kactigini hatirliyorum, herhalde 1 saat gecmis. su icmek icin uyandigimda ailemi gordum balkonda, istanbul’da, kadikoy’deki evimizin balkonunda.. elektrik yok, eski bir pilli radyo bulmuslar.. radyo’da aglamakli bir dj duydugumu hatirliyorum.. “tum sehir yikildi, biz mahsur kaldik radyoda, yasayan varsa bize ulassin telefonla.. sehir tamamiyle yikildi” diye kendini tekrarlayip duruyordu.. babam ara ara bunu dinleyip sonra kanal aramaya basladi. ben de oturdum yanlarina.

ilk duyduklarim avcilarin tamamiyle yikildigi, istanbul’un yerlebir oldugu idi fisilti gazetesinden, bazi insanlar apartman bahcesine inmisti, bakiyorlardi oradan binadakilere, digerlerine siz de inin kalmayin binada diyorlardi ve konusuyorlardi. gun aydinlanmadan kipirdamanin cok dogru olmadigini dusundugumu hatirliyorum. sehir ne durumda bilmiyordum, telefonlar calismiyordu, ulasamiyordum.. ve ulasilamiyor.

gun aydinlandiginda tahsis araci ile avcilara gectim. hala anlamaya calisiyordum hasarin boyutlarini, gecerken gordugum bir cok semt duruyordu yerli yerinde.. peki ya duyduklarim. endise yerini yavas yavas rahatlamaya birakiyordu. avcilara ulastigimda devam eden calismalari gordum, yikilan binalar. insanlarin konusmalarini duymaya basladim tekrar. izmit yikildi, yalova yikildi diyorlardi. bu konusmalar arasinda “istanbul cok ucuz atlatti” laflarini hatirliyorum hasbel kader..

gunun aksaminda bir helikopter izmit’e jenerator birakacak, sonrasinda yalova’ya inecek, donuste oradan yaralilari getirecek. izmit’e yaklastigimizda idrak edebildim boyutlarini. bolgesel aydinlatmayi ve calismalari hatirliyorum.. donup kalmisken gozumden inen bir damla yasi.

hep kesik kesik sahneler.. birbiri ile baglamakta cok zorlaniyorum zaman zaman. kimi zaman da bir film gibi izleyip sicradigimi bilirim. geceler boyu uyuyamadigimi.

yalovaya inisimizi hatirliyorum. hastane kurulmaya calisiliyordu, sahra hastanesi, insanlar etrafta, hala aglayanlar, askerler ile konusmaya calistigimi hatirliyorum, neler olup bittigini, durumu ogrenmeye calistigimi. etrafi dolasip anlamaya calistim bir sure.. daha vakit gecenin basi. ustu basi toz duman icinde insanlari goruyorum kosusturan, aglayanlari goruyorum bolca etrafta.. yeni gelen ekipler ne yapmalari gerektigini anlamaya calisiyorlar.. afet koordinasyon yazisi hatirliyorum yarim yamalak, bir a4 ciktisinda. kurulan cadirlar.

gecenin ilerleyen saatlerinde askerler ile cikiyoruz.. ses dinleme ve arama yapacagiz diyorlar. bir askeri kamyon ile yoldayiz, siteler mevkii dedikleri bir yere gidiyoruz. elimizde fenerler, baretler. metal cubuklar ile insaat demirlerine vuruyoruz, duyan var mi diye bagiriyoruz 1 dakika boyunca. sonra herkes enkazin belirli yerlerine dagiliyor.. dinliyoruz.. acaba bagiran veya bir yere vurarak bize ulasmaya calisan var mi diye.. gunun ilk isiklarina kadar devam ediyoruz.. tek bir ses duymadan, kimseye ulasamadan..

tekrar stad bolgesine donuyoruz, gecici cadirlar kurulmus kismen, hala insanlar hareket halinde, saate aldirmaksizin bir kesmekes.. ne yapacagimizi anlamaya calisiyorum hala, dostlar ile konusuyorum, neler oldugunu anlatiyorlar, az cok fikir sahibi olmaya basliyorum.. neler yapabilecegimizi konusuyoruz.. ceset torbalamak, gida dagitmak, enkaz altindan ceset cikartmak, gecici yerlesimler kurmak, denetim\denetleme gibi bir cok adim var yapilmasi gereken, ekipler organize ediliyor gonullulerden.. bir ekibi alip gida dagitmak icin cikiyorum yalova’nin biraz daha sayfiye bolgesi olan bir mintikayi veriyorlar gida dagitimi icin..

kamyon dolusu yiyecek ile ulastigimizda baska bir grup gordugumu hatirliyorum.. insanlar aracin etrafinda toplanmis, gidalari havaya atiyorlar ve insanlar kapisarak alt alta ustuste almaya calisiyorlar.. kamyondan atlayip ustlerine kostugumda yanimdakilerin zor tuttugunu hatirliyorum.. araclarindaki gidaya el koyduktan sonra insanlari siraya sokup her birine elimizde olan erzaklardan ufak paketler dagittik.. sadece 1-2 gun yetecek kadar gida dagitiyorduk ama devaminin yolda oldugunu soyluyorlardi.. dua eden teyzeler, tesekkur eden gencler vardi.. bir kismini yardimci olarak yanimiza alip devam ediyorduk mahalleler icerisinde dagitima..

gunun baslangici ile basladigimiz gida dagitimi oglen aracin bosalmasi ile son buldugunda tekrar geri donduk stada.. enkazdan ceset cikartilmasi gerekiyor dediler. stad yakinlarinda 5 katli bir bina oldugu soylendi.. tamam diyerek yanima 4 kisi alarak yola ciktim. sicak vurmaya baslamisti ve garip bir koku vardi havada.. cigerimi yakiyordu. sonraki gunler daha da agirlasacagini o an kestirememistim. yolda giderken baska bir ekip gorduk.. yardima ihtiyaclari olup olmadigini sordugumda “vucudun ust kismini bulduklarini, belden asagisini da bulduklarinda baska bir enkaza gececeklerini, sorun olmadigini” soylediler.. gayet sakin ve duragan bir sekilde soyledikleri sey algimi zorlamisti. daha kotu sahneler de gormus olmama ragmen anlam veremedim uzun bir sure. kolay gelsin diyerek devam ettik..

5 katli binaya ulasmistik ama 1.5 katli bir ev vardi yol kenarinda, yaninda baska bir 4 katli bina.. bakkala sorarak teyid ettik ve donup binaya tekrar goz gezdirdigimizde kot farki yuzunden goremedigimiz gercekle yuzlestik. 5 katli bina oldugu gibi yikilmis, 4 katin ustune oturmus, 4. katin yarisi ile en ust kat yol seviyesine inmisti.. aglayarak bir adam geldi yanimiza, 50’li yaslarinda herhalde. annem iceride kaldi, naasini alabilirsek defnetmek istiyoruz dedi buruk bir sesle.. siz acsinizdir diyerek gidip ellerinde olan domatesler ve salataliklar ile bir tepsi yapip yanimiza getirdi.. hic birimizin bir lokma yiyecek hali yoktu. enkazda calismaya basladik, oglenden hava kararana kadar gecen vakitte surekli olarak calistik fakat naasa ulasamadik.. hava kararmaya yuz tuttugundan ve aydinlatma olanaklari kisitli oldugundan ertesi gun devam edecegimizi soyleyerek tekrar stad mevkiine donduk..

sivil kiyafet ile denetleme yapilacagini ogrendim, ustumde silah bulunmasinin iyi olacagini soylediler. tedbiren bir silah aldim. yine anlam veremedim. boyle aci dolu bir ortamda neyi denetleyecegiz, niye silah.. daha bunlari dusunmeme firsat kalmadan bagiris cagiris duyduk ilerimizdeki bir sokaktan.. orada ne oldugunu ogrenemedik, gittigimizde sakinlesmisti heryer. gecici cadirlarin oldugu bolgeye gittik once, kalin musambalar gondermisti birileri, yardim amacli.. cadirlarin altina sererek toprak ile temasi kesmek ve yalitim saglamak icin kullaniliyordu. birinin bu yardim amacli musambalari askeriyeye ait olmayan, stadin uzagindaki depolardan calip satmaya kalktigina sahit olduk.. zaten parasi olmayan, evi barki yikilmis insanlara satiyorlardi.. linc edilmesi icin birakmayi cok istedim o an.. oracikta linc etmeyi.. tutuklandigi gibi uzaklastirildi bolgeden.. anlamaya baslamistim neyi denetledigimizi.. kepengi acik bakkalar gorduk.. fahis fiyatla (karton sigara fiyatina tek paket) sigara satan, gida malzemelerini, suyu fahis fiyatla satan.. malzemeler halka dagitilmak uzere alindi bir kismindan, dukkan icerisinde olanlar olmasa da dukkanin onune karaborsa amaci ile cikarttiklari depolara aktarilirken sahislarin da bir kismi alikonuluyordu.. yuruduk kilometrelerce belkide, insanlari dinleyerek, konusarak, ogrenerek yuruduk.. tekrar geri dondugumuzde geceyarisina geliyordu saat. ustumuz basimiz perisan, enerjimiz bitmis haldeydi ve daha bir lokma yememistik. yiyememistik..

tekrar ses dinleme, bu sefer baska bir mevkiiye gittik, yalova’dan siteler mevkiine giderken sag tarafta kaliyor diye hatirliyorum gittigimiz yeri hayal meyal.. siteler mevkiine girdigimizde gecenin karanligi yuzunden binalarda cok hasar olmadigini sanip fenerleri actigimizda hemen hemen tum birinci katlarin bina altinda kaldigini, koca koca binalarin sarsinti etkisi ile 2-2.5 metre birbirinden uzaklastigini gordugumu hatirliyorum.. buradaki manzara da pek farkli degildi.. yine saatler suren arama tarama. yine bir umut bekleyisler ve yine umutsuzca donus.. bu sefer gittigimiz bolgede calisma yapan kurtarma ekibini hatirliyorum. hayatta kalan bir depremzedeyi kurtarmaya calisiyorlardi, santim santim bina parcalarini temizleyerek, santim santim ilerleyerek. cok duramadik orada, aramamiz gerekiyordu.

gun agarirken stada dondugumuzde cay buldugumuzu hatirliyorum, ustu basi toz toprak icinde asker bir cocuk cay getirdi agabey cok yorgunsunuzdur diyerek.. cayin iyi hissettirdigini hatirliyorum, beyaz onlukluleri ve biraz daha duzene kavusmus oldugunu. daha once ceset cikartma calismasi yaptigimiz binaya birilerinin yonlendirilmesini istedigimi hatirliyorum.. eger kimse gidemezse haber verilmesini ekleyerek.. balikesir tugayinin gelecegini duymustum, bir grup vardi, bolgeye 2 buyuk cadir, bir yemekhane cadiri ile geldiklerini hatirliyorum. astsubay bir genc ile tanismistik orada, yarin gecici yerlesimlere erzak ve malzeme goturecegim, civar bolgeyi dolasacagim, merkezde herkes, yakin bolgeye bakan cok fazla olacagini sanmam bu karmasada dedi, gidelim dedim.. once biraz dinlenelim dedik ama 1 saat bile duramadik yerimizde, ustumuzde sera gibi bir cadir, altimizda naylonlar ile 1 saat kadar uzanabildik toz topragin icinde, yorgunluktan uyuyamiyorduk ve yapilmasi gereken cok sey vardi. 1 saat ya gecti ya gecmedi sozlesmis gibi kalkip yurumeye basladik, bir askeri kamyon alip yalova icerisindeki askeri depolara gittik.. malzemeleri araca yuklerken bir binbasi geldi, gerektigi kadar alin gibi bir soz sarf ettigini hatirliyorum.. ve astegmen cocugun gozlerinden yaslar akarak bagirislarini.. bu ortamda “gerektigi” ne demek, satmak icin almiyorum bunlari insanlara dagitacagim, kendi anneme babama malzeme vermedim daha durumlari iyi oldugu, daha fazla ihtiyaci olanlar oldugu icin diye haykirislarini. binbasinin once kizginlasip sonra gozleri dolarak sarilisini izledim.. alin ne gerekiyorsa sozu ile beraber kamyonu yukledik.. yalova cikisi, yonumuzun denize ters oldugunu hatirliyorum, yasli mi yasli bir teyze, bir de amca. ufak kulubeleri de yikilmis depremde, dag basinda bir baslarina tarla ortasinda kalmislar.. yiyecekleri var, barinak ise agac dallarini catarak ustune gerdikleri bir ortu. elde olan imkanlarini cikartiyorlar, ortuler, silteler, bir cadir kuruyoruz onlara kendi olanaklari ile, amca israrli.. daha fazla ihtiyaci olanlar vardir diyerek cadir vermemizi reddediyor.. onlari merkeze goturmemizi de.. taslardan ufak bir ocak hazirlayip biraz cira birakiyoruz ama amca yine reddediyor.. bizim burada odunumuz var yakariz biz onunla.. yutkunuyoruz.. ellerinde olan az erzaklarindan bize ikram ediyorlar acsinizdir diyerek.. yine acligimizi unutmusuz, yiyemiyoruz bir lokma bile.

tekrar donuyoruz sehre dogru, yine erzak dagitimi, kurulan, adini cadirkentler koydugumuz gecici cadirlara gidiyoruz, cadirlari saglamlastiriyoruz elimizden geldigince, ne kadar saglam olabiliyorsa. naylon ile destekliyoruz malzememizin ve gucumuzun el verdigi kadarini.. vakit ogleni gecerken ceset torbalamaya gidiyoruz.. cesetler torbalanmazsa salgin hastalik bas gosterecek, ekipler icin asilar geliyor, yeni gelen insanlara asi yapiliyor hastaliga karsi, ne asisi oldugunu bile bilmiyorum.. ceset torbaliyoruz.. kara kara torbalar, bedenler, bedenler, bedenler. havanin karardigini biliyorum ama orada ne kadar kaldigimizi kestiremiyorum.. tek kelime etmeden gecirdik saatleri..

tekrar stad, bu sefer stadda nefes alamadigimi farkediyorum, astegmen genc gel ailemin yanina gidelim dedi, ailesinin evinin onunde cimlik bir alan var, herkes o cimlik alana yerlesmis, annesi gorur gormez sariliyor oglunun boynuna, opuyor, kokluyor. ikisinin de gozleri yasli.. evden alinacak esyalar oldugunu ve korktuklarini soyluyor. gidip alalim dedigimde astegmenin bakislarini hatirliyorum.. sonrasinda da yan yatmis merdivenleri karsimda gordugumu.. nasil bir cesaret, niye yaptik bilmiyorum ama ayakta durabilmek icin duvara tutunmak zorunda kalacagimiz kadar egilmis binada 2. kattaki evlerinden annesinin ihtiyaclarini alip geri donuyoruz.. ustumuzu degistiriyoruz yan yatmis evde kapali bir yer bulmanin rahatligi ile. dus almak ise hayal.. en fazla yuzumuze bidonlardan akitarak carptigimiz bir avuc su. geri dondugumuzde annesinin bizim icin buldugu cayi iciyoruz, bir bardak, bir bardak daha derken dinclestigimi hatirliyorum.. sonrasinda cimlere uzanmis, basimin altinda baretim ile uyudugumu. geldigimden beri ilk ve son uykum buydu zaten.

yakalasik 2 haftam gecti bu duzende, kimi gun ceset torbalayarak, kimi gun sahra hastanesi kurarak, erzak dagitarak, naas arayarak.. golcukten bir binbasi ile sohbet etmistik, hasarlari uzerine, ne durumda olduklari uzerine.. balikesir tugayi gelmisti, yerlesmisti.. yemeklerinin guzel oldugunu, askerin moralini yuksek tutmaya calistiklarini hatirliyorum. depolar duzene kavusmustu, her gun gelen yardimlarin depolarda duzenli istiflenisini ve giris cikislarin duzene koyulusunu gormustum.. ustumde en son astegmenin evinde giydigim askeri kamuflaj, palaskam, ona takili ekipmanim ve bir tanede beyaz baretim. ustum basim toz toprak, ceset kokusu.. dinlenmem gerektigini soylerek beni evime gondermeye karar vermislerdi, en azindan gecici olarak, 1-2 gun bile olsa.. migdemde bozulma ve yanma vardi, atesim de yuksekti son 1-2 gun. ne kimlik, ne para, hic bir sey yoktu uzerimde. sadece kiyafetler.. bir de gorev karti. deniz otobusune gittik astegmen ile. paraniz yoksa binemezsiniz demesi uzerine askerlerin gisedeki gorevliye kizdiklarini ve azarladiklarini hatirliyorum.. sonra geriye donen 3-4 ekip ile deniz otobusunun ust katini bize verdiklerini. ilk basta iyi niyet sanmistim, kokuyorduk.. ceset kokuyorduk hepimiz.. kamuflajim, palaskaya takili ekipmanlarim, baretim.. deniz otobusunde soguk sandovic ve cay verdiklerini hatirliyorum.. yine yiyemedim ama caya sevindim.. istanbul’a indigimizde insanlarin garip gozlerle bakip uzaklastiklarini hatirliyorum..

dolmuslarin arkasinda yer alan kampanya afislerini gormustum.. sehir garip gelmisti.. dolmuscunun param yok sozume karsilik ne parasi diye sitemini hatirliyorum.. gozu gorevli kartimda.. ustumde kurumus kan izleri olan kamuflajimda.. baretimde.. onun yaninda yari uyuklayarak yari uyanik annemin evine ulastigimda annemin bembeyaz yuzunu, ustunu cikart cabuk diyisini hatirliyorum. apartman boslugunda soyunup eve girdikten sonra dusta agladigimi ve bana 1 hafta gibi gelen uykumu.

talimat uzerine hastaneye giderek tahlillerimi yaptirip saglam oldugumu ogrendikten sonra, -doktorun ishale ilac olarak verdigi kolayi saymazsak..- tekrar dondum yalova’ya. yunan gezici hastanesi gelecekti ve kurulum yapilacakti.. tum depolari gezip son durumu gordukten sonra askeri yerleskeleri dolanip yunanistandan gelen doktor dolusu 2 katli otobusu karsilamistik, onlara sahra hastanesi kurmus, bolgede gezerek calisma yapabilmeleri icin arac ayarlamistik.. 2. gidisimde 3 gun kaldim. yine uyumadik ama daha anlasilabilirdi benim icin.

aradan 10 yil gectikten sonra meren’in blogunda okudugum yazi uzerine paylasmak istedim bunlari.. 10 yil once oradayken, yine ses dinlemesine giderken bir asker cocuk anlatmisti.. “agabey adam yataginda uyurken bina cokmus.. adam uyanmis ve tavanin kendine dogru geldigini gormus.. gozunu kirpmaya korktugunu soyledi o an.. duvar burnuna 5 santim kala durmus.. tavana delik acarak cikartmislar adami.. sabah kendisi anlatti, bu adam nasil uyur bir evde tekrar, ben delirirdim herhalde..” diyerek oradaki bir yasanmisligi.. okudugumda bunun aklima gelmesi ile beraber corap sokugu gibi geldi gerisi. paylasmak istedim.. biraz olsun aklimdan cikar, uzaklasir belki diye.

hic sanmiyorum..

yardim etmek icin oradaydim.. bugun bile kare kare hatirliyorum oradaki bir cok sahneyi.. birebir yasayanlarin hatirladiklarini tahayyul etmek cok zor..


Bir başka şehirden hatıralar…Lizbon

Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki bir diğer sergi de Lizbon’dan konuk olmuştu bizlere. “LİZBON Bir Başka Şehirden Hatıralar” sergisi, Portekiz Cumhurbaşkanı Anibal Cavaco Silva’nın Türkiye ziyareti sebebiyle düzenlenmiş. lizbon_2Kültürleri, dinleri, uygarlıkları ve kıtaları birleştiren Lizbon ile İstanbul’un benzerlikleri, ortak yanları gözler önüne serilmiş. Portekizli yazar Eça de Queiros 1878 yılında İstanbul ile Lizbon arasındaki benzerliği bir romanında kahramanının ağzından aktarmış. “Ne manzara diye haykırdı avukat. Ve hemen şehre övgüler düzmeye başladı. Kesinlikle Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biriydi ve şehre giriş ancak Konstantinopole ile karşılaştırılabilirdi.” Her iki şehir de su yüzeyinin böldüğü iki kıyı şeridiyle biçimlenmişler. Bu sergide de 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılın başında yaşamış ünlü Portekiz’li sanatçıların eserlerini izleyebiliyorsunuz. praia_das_macas Benim favorilerim muhteşem duvar halılarıyla Almada Negreiros, Praia das Maçãs tablosuyla Jose Malhoa ve ışığı mükemmel yansıtan Largo de Menino de deus tablosuyla
http://www.fineoldart.com/browse_by_essay.html?essay=577 Francis oldu. 14 Temmuz’a kadar gezilebilecek olan bu sergiyi kaçırmayın.


Seçimler bitti, ama her şey şimdi başlıyor.

Gökyüzü gri ve sıkıntılı tıpkı benim gibi. Dün akşamdan beri ruhum paramparça, içim daralıyor. Kendimi hasta gibi hissediyorum. Bildiğim bütün kişisel iyileştirme yöntemlerini denedim, hiç biri beni sakinleştirmeye yetmedi. “Sevin” dedi bir arkadaşım, “bak Kadıköy, Beşiktaş, İzmir kaybedilmedi” daha kötü hissettim kendimi. Atatürk’ün Kurtuluş savaşı’nı başlatmak için gittiği Samsun AKP’nin, başkentim Ankara AKP’nin, canım İstanbul’um AKP’nin, Mevlana’nın memleketi yine AKP’nin. Nasıl sevineyim. Onun alamadığı yerlerde MHP almış oyları, daha da vahimi DTP almış. Devletin bölünmez bütünlüğü umurunda olmayan, iliğini kemiğini sömürdüğü insanlara iş ve aş verebileceğini söylemek yerine “bağımsızlık” naraları atanların zaferiyle sonuçlanmış seçim. Bir çok beldede kafa kafaya tokuşarak selamlaşanlar halay çekip eğleniyor destekledikleri parti seçildiği için. Ben endişeleniyorum. MHP’nin bu kadar güçlenmesi hayra yorulacak bir durum değil. AKP güç kaybetti deniyor; sevinmeyin boş yere, oylarını MHP’ye emanet verdiler. Devlet Bahçeli’ye uzun ömür versin Allah, şimdilik onun liderliğinde ağır başlı davranılmaya çalışılıyor. Hem benim anılarım çok taze; bu MHP değil miydi RTE’nin güvenoyu almasını sağlayan. Yine aynı MHP değil miydi bir çok alınmaması gereken kararda el kaldırıp yolu açan. Nesine sevineyim, daha çok içim karardı. secim Dün geceden beri anlamsız yorumlar, alıkça konuşmalar dinleyip daha da gerilmemi engelleyen ntvmsnbc. com‘a teşekkür ederim. Seçim 2009 çok başarılı bir çalışmaydı, hazırlayanların ve kabul edip devreye sokanların hepsine teşekkürler. Gazete başlıkları, köşe yazarları, çok bilenler, bok yiyenler, yüzlerce gereksiz insan yerine sayısal bilgilerin aktığı bir ekrana bakmak biraz da olsa ruh sağlığımı korumamı sağlıyor. “Marshall Yardımı” ile ülke yönetiminde Amerika’yı söz sahibi yapan Menderes iktidarı ile başlayan yozlaşma sayesinde geldik bu günlere. Yolsuzluk, çalma, kaçakçılık, vurgunculuk, köşe dönücülük yükselen değerler olduysa hep onlar yüzünden. Köy Enstitüleri’nin kapatılması, Halk Eğitim Merkezleri’nin yok edilmesi ile hızlandırılan eğitimsizlik ve kültürel yozlaşmaya, planlı ekonomik güçlükler, krizler eklenerek Ulus Devlet olma azminden sadaka bekleyen ümmet olmaya dönüşüldü yıllar içerisinde. Başta Demirel olmak üzere bütün demokratlar bu işe hizmet etti. Gelen yakın çevresini zenginleştirip, halkı daha yoksullaştırdı. Halka hizmet “komünist” işi olarak adlandırılarak önü kesildi. Bana inanmayan genç arkadaşlar bir zahmet Beyazıt Kütüphanesi’ne giderek 1950-1995 arası bütün gazete arşivlerini inceleyebilirler. Böylece değişimi kendi gözleriyle görebilirler. Tabii görmek isterlerse, ne yazık ki çoğu at gözlüğü takmış, “apolitik” olmayı fasulye gibi nimetten sayan bir sürü iyi eğitimli genç, umursamaz bir tavırla günlerini geçirip duruyor. Aksine inanmam mümkün değil. Eğer öyle olsaydı bu sabah oy oranları bu durumda olmaz İ.Melih gibi biri hala başkentimde sırıtarak dolaşamazdı. Dileyen dilediğini düşünür saygım var. Saygı duymadığım ise; atasını, dedesini, vatanının ne zorluklarla kurtarıldığını unutup, huzur içinde parçalanmamızı izleyenler. Yıllar önce yaşlı ve nur yüzlü bir amca ateşli ateşli tartışan gençlere bakıp “düzen değişir ama, düzülen değişmeyecek ve o hep siz olacaksınız, bu kafada oldukça” demişti, seçim sonuçlarına bakınca hak verdim ona. Seçimler bitti, ama aslında her şey şimdi başlıyor. Genel seçimlerde daha güçlü olabilmek istiyorsak, daha bilinçli ve daha çok çalışarak hazırlanmalıyız. Şimdi bizlere düşen; daha uyanık, daha çok araştıran, gündemi takip eden, yolsuzluğa geçit vermeyen, yoksullukla mücadeleye destek veren bireyler olmak. Kendi adıma; neler yapacağımı araştırmaya başlıyorum. Üzerime ölü toprağı serpilmesine izin vermek istemiyorum. Bu vatan; bana şehit dedelerimin armağanı, Cumhuriyet’i Ata’m bana emanet etti. Bir kaç baldırı çıplağın yok etmeye çalışmasına da izin vermeye niyetim yok.


Four Seasons Bosphorus. Boğaz’ın yeni ve güleryüzlü 5 yıldızlısı…

ÖNEMLİ BİR NOT: Değerli okur, sadece otelden memnun kalmış bir müşteri olarak yazdığım yazıya, zaman zaman otelle ilgili yakınmalar ve sorular gelmesi üzerine bu uyarıyı ekleme ihtiyacı duydum. Otel yetkililerine erişmek için kullanabileceğiniz adres ve telefonlar için buraya tıklayınız

Four Seasons Bosphorus son zamanlarda rastladığım en güler yüzlü ve en kibar personele sahip işletme. Uzun yıllardır işim gereği hem Türkiye’de hem dünyanın bir çok ülkesinde çeşitli otellerde hem çalıştım, hem ağırlandım. Hizmet sektöründe çalışanların genel sorunu bir süre sonra yaptıkları işe yabancılaşmalarıdır. 5 yıldızlı pek çok otelde, bu sorunu aşmak ve “aidiyet duygusu” sağlamak için çeşitli eğitim ve ödül sistemleri vardır. Four Seasons Bosphorus’un avantajı belki de yeni bir otel olması. Dikkatimi çeken bir başka özellik de servis elemanlarının çoğunun güler yüzlü kadınlar olmasıydı. Dış kapıdan başlayarak, kendinizi gerçekten “konuk” hissetmenizi sağlayan bir çaba var herkeste. Üstünüze basmayan dekorasyon, detaylardaki özen ve temizlik hissi harika. Çevreyi görüntülemek istediğimde; eğer iç mekan ise sadece bir kaç kare alabileceğimi kibarca belirttiler. Çok mantıklı bir istek aslında. O kadar masraf edilerek düzenlenmiş bir mekanın, amatör kamera ile görüntülenmesine sınır koyarak, bu konuda en iyi fotoğrafçılardan aldığı hizmetle çekilmiş fotoğraflarla tanıtılmak istemeleri çok haklı bir sebep. Alabildiğine gözünüzün önüne serilmiş muhteşem İstanbul manzarasına sahip bahçede ise görüntü almak serbest. Havanın basık, yağmurlu ve puslu olması nedeniyle, çektiğim kareler pek keyifli değil ne yazık ki. Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın. Özellikle güneşli bir havada bahçenin keyfini çıkarmayı unutmayın.


Görmekten ve görüntülemekten keyif aldığım binalar.

Teşvikiye, Maçka, Gümüşsuyu, Beyoğlu’nda ayakta kalmayı başarmış örneklerle bu mimariyi seviyorum ben. Yüksek tavanlar, eski ustaların sanat eseri gibi kartonpiyer çalışmaları, ince ve zarif işçilikler. Ne yazık ki, 50 lerden sonra topluma sıvaşan çarıklı zevki çok şeyi yok etti. Dışı btb ve cam kaplı alamet binalara tapan insanlarla doldu etraf. Yaparken bulunduğu şehre dokuya ruha uyar mı düşünülmedi, varsa yoksa rant ve köşe dönme telaşıyla iğrençlik abideleri doldurdu her yanımızı. Bu hafta içinde 3 kez bu binalarda görüşmelerim oldu. Bana hep, çocukluğumun bir bölümünün geçtiği anneannemin, Harbiye Radyoevi karşısında oturduğu yüksek tavanlı, muhteşem kartonpiyerli uzun koridorlu evi hatırlattı. Rahmetli dedeciğimin kucağına oturup, başrolünde benim olduğum, olağanüstü hayal gücüyle yarattığı hikayeleri dinlediğim günler gözlerimin önüne geliverdi. Gül ağacı parkeler, art deco tarzı küvet, tavana kadar pencereler ve hatta ferforje kafeslerle çevrili antika asansörler … Kısacası zevkle, sevgiyle yapılmış binalardı onlar. 50 lerde başlayan furyada ise rant ve para hırsı ön planda olduğu için gustosuz ve sevimsiz yapılar ortaya çıktı. 4 ve 5 şubat günleri çektiğim bir kaç fotoğrafı da ekledim yazıya sanırım sizler de bana hak verirsiniz. Asıllarına uygun olarak yenilenen Maçka Palas ve Akaretler Sıra Evleri zevksizliğe mahkum olmadığımızın delilleri.


Sayfalar:123