:::: MENU ::::

Yedi Denize Yelken Açmak…

Yeni denizlere yelken açma fikrini seviyorum. Denizci bir babanın genleri mi, yoksa maceracı ruhum mu bunu isteyen karar veremiyorum. Babamla çıktığım deniz yolculuklarında, geminin burnunun köpüklerle suları yararak ilerlemesini izlemek hep hoşuma gitmiştir. Güzel havalarda gemiye eşlik eden yunuslar, her daim yanıbaşımızda uçan martılar, güneşin denize aksi içime huzur ve mutluluk veren görüntülerdir. O yıllarda internet denen muhteşem çözüme sahip olmadığımız için yeni yerler hakkında bilgi alacağım kaynaklar kitaplar ve dergilerdi sadece. Bulabildiğim bütün kaynaklardan yararlanıp gideceğim rotada nereleri gezmem gerektiğini not ederdim. Daha önce oralara gitmiş birilerini tanıyorsam, ilgilerini çeken ve önerecekleri yerleri sorup yazardım unutmamak için. Yedi denizi gezen babam, hiperaktifin biri olduğundan ilgisi çabuk dağılır, sorduklarıma yarım yamalak cevaplar verirdi, ya da belki araştırıp öğrenirsem daha kalıcı bilgim olacağını düşünürdü, kimbilir. Doğan Kardeş dergisi, Resimli Bilgi, henüz o yıllarda Turkiye’de basılmamış orijinal Brittanica ciltleri ve National Geographic dergileri özene bezene sakladığım kaynaklarımdı. İlgi alanımdaki ülkelerin fotoğraflarına uzun uzun bakar, hayallere dalardım.

Şimdilerde uzaklara gitmeyi daha da çok seviyorum. Sadece yeni yerler görmek değil isteğim, bu güzel ülkenin ve yaşadığım şehrin planlı şekilde çirkinleştirilmesine, tarihi eserlerin yok edilmesine tanık olmak canımı acıtıyor, karşı durmaya gücüm yetmediğinden kaçma isteğim artıyor.

Hem babamın işi dolayısıyla, hem de kendi işlerim nedeniyle Türkiye’de, Avrupa ve Amerika’da pekçok yeri gezme şansım oldu. Kıymetini bilmediğimiz, hor kullanıp zarar verdiğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Politik amaçlara ve ranta kurban edip yok ettiğimiz doğal güzelliklere, tarihi eserlere sahibiz. Uzun yıllar önce, Kavacık sırtlarındaki çirkinliği görüp gözyaşlarına boğulan Japon konuklarımın “siz ne vurdumduymaz bir milletsiniz, bu doğal ve tarihi zenginliğe sahip şehir bizim olsa, onu bir fanusa koyar asla zarar görmesine izin vermezdik” cümlesinin yarattığı utancı hiç unutmuyorum. O zamandan beridir ki İstanbul ile ilgili yıkıcı kararların protesto edileceği her eylemde gücüm yettiğince yer alırım. Çarpık kentleşme konusunda bilgilendirebileceğim herkese derdimi anlatmaya çalışırım. Başarım tartışılır, çoğu zaman ellerim böğrümde, gözlerimden yaşlar akarak izliyorum olan biteni, gücüm yetmiyor. En ağırıma giden de, bu güzel şehre 70 li, 80 li yıllarda doğmuş insanların,  İstanbul’un tarihi dokusunu görmezden gelip, şehrin siluetini değiştiren gökdelenlere methiyeler yazması. Kadıköy’den vapura binip Beşiktaş’a giderken objektifime takılanlar, Avrupa ülkelerinde asla rastlayamayacağınız bir görmemişlik ve rant hırsı sonucu çirkinleştirilen binlerce yıllık güzelliğin yok oluşu. 46 iktidarıyla başlayan yozlaşma, 90 lardan sonra iyice hızlandı. Sanki taşralılar bu güzel şehirden,  candan isteyerek intikam alıyorlar. Yaptıkları her eğreti bina, bu şehri biraz daha çirkinleştirmeye yarıyor. Yeniliğe, şehirlerin gelişmesine karşı değilim. Ama bu çalışmalar, tarihi bir şehrin en değerli varlığı olan silüetini değiştirerek olmamalı. Pek güzel manzarası var diyerek 50 lerin başında Hilton’a imar izni verilerek başlayan çirkinleştirme hamlesi, ilerleyen yıllarda hızlanarak 80 lerde Dolmabahçe Sarayı sırtına dikilen Sivasotel (evet bu isim ona daha çok uyuyor) ve İstanbul’un kalbine çirkin bir hançer gibi saplanan Süzer Plaza ile devam etti. Tabii Taksim meydanı ve civarında altmışların sonları, yetmişlerin başlarında yapılan o zamanki adlarıyla Intercontinetal, Sheraton Otelleri, 80 lerden sonra yükselen Harbiye Orduevi kulesi de unutulmamalı. Yine 60 larda Tarabya’nın en güzel noktasına kondurulan eski Tarabya Oteli (şimdilerde daha da rezil bir görüntüyle İkitelli’de camlı plaza şekline girdi ne yazık ki), Yeşilköy sahilindeki Çınar Oteli de yanlış yerlerde dikilen binalar. Yıldız sırtlarına Özal zamanı yapışan Conrad Oteli, ve çirkinliğinden dem vurduğumuz Karayolları binasına inat , son alametler de dikildi Boğaz sırtına. Hayalet bina Tatlıcı kuleleri, Tabanlıoğlu projesi olan Zorlu kuleleri, Çiftçi kuleleri. Bunlara bir de Arap zevki çirkinlik abidesi Sapphire’ı ekleyince görüntü daha da çirkinleşiyor. Asya yakasındakileri ise saymaya gücüm yetmedi.

Şehri yüksek binalarla yenilemek isterseniz, silueti bozmayacak yeni ve uzak alanlar seçersiniz. Beylikdüzü, Kurtköy vs. yerlerde yükselen binalara sözüm yok, çünkü tarihi eserlerin sırtına saplanan hançerlere benzemiyorlar. Amaca uygun şekilde “yeniliği” temsil edebiliyorlar. Paris bu konuda en sevdiğim örnektir. Tarihi şehir özenle korunur, duvara el ilanı bile asamazsınız. Nerede kaldı ki tarihi surlara eğlence yeri yapmak. Hiç mi akıllarına gelmemiştir Trocadéro ve Eiffel manzaralı rezidanslar yapmak. Ya da Roma’da Colosseum manzaralı bir alışveriş merkezi inşa etmek isteyen hiç mi olmamıştır. Avrupa’nın pek çok şehrinde fazla çaba harcamadan tarihi filmler çekebilirsiniz. Çünkü doku aynen korunmuştur. İstanbul’da ise dönem filmi çekmek artık pek mümkün değil . Geçtiğimiz yıllarda Adalar’da çekilen birinci dünya savaşı dönemi dizisinde arka planda asfalt yollar görmek beni epey rahatsız etti.  Dostlarla sohbet ederken Ihlamur Kasrı’ndan kayıklara binilerek gezmeye çıkıldığını anlatan arkadaşımızı dinlerken, şimdilerde orada dikilen kuleler geliverdi gözümün önüne ve uzaklara yelken açmak fikri artık hiç aklımdan çıkmıyor.

Yazıda kullandığım görsel birkaç yıl önce Istanbul ile ilgili bir forumda paylaşılmıştı, ne yazık ki kime ait olduğunu bulamadım. Google görsel taramasından da bir ipucu çıkmadı. Tanıyan bilen varsa yazsın lütfen, emek sahibini isim olarak belirtmek isterim. 2011 yılında yazdığım bir yazının yeniden elden geçirilmiş halidir.


So, what do you think ?