:::: MENU ::::
Browsing posts in: Hayata dair paylaşımlar

Oğlumu çok özledim…

Bugün yeni bir yılın ilk günü, hayalindeki müzik için, müziğindeki hayalin peşine düşen ve Berklee College of Music’ten burs kazanmayı başaran oğlumdan ayrı geçen bir yıla ilave olan bir başka gün. Duyduğum gurur, özlemimi hafifletse de, bazen burnumun direği sızlıyor Emir’imi düşündükçe. Sağlıklı, huzurlu ve başarılı olması avutuyor tabii ama, “canım oğlum” diye sarılıp öpmek, şakalaşıp birlikte gezmek isteği çok zorluyor bazen. Annelik zor iş gerçekten de, özlemimi ona hissetirmemeye çalışmak oldukça yordu beni. Skype programını yazandan allah razı olsun. Yoksa bu koca yılı nasıl geçirirdim bilmem. Saat farkına aldırmadan uzun uzun sohbet ediyoruz ve özlemimizi gideriyoruz. Ara vermeden 3 dönem okuduğu için gelemedi, yılbaşı için gelmeye çalıştığında da askerlik sorunu çıktı karşımıza. Ayrı kaldığımız süre içinde, senfonisini adım adım dinledim, sahne düzenini planlarken önerilerde bulundum. Bu arada; genç bir Türk yönetmenin çekeceği yeni bir filmin müziklerini hazırlıyor, bu da duyduğum gururu bir kaç kat arttırıyor. Şimdilerde bir kız arkadaşı var hem güzel hem yetenekli, yaban ellerde yalnızlığını paylaşacak bir nefesin hayatında olmasına çok seviniyorum. Aynı okulda olmaları ve zorlukları bilmeleri ilişkilerinde anlamsız kıskançlıkları da engelleyecektir. Başarılar canım oğlum ve onu mutlu eden arkadaşı Amberlynn, en kısa sürede okul kağıtlarının askerlik şubene ulaşmasını diliyor ve bahar tatilinde sizleri burada ağırlamayı hayal ediyorum.


Kendime notlar

-Kendini sev, önemse.
-Egoist olmayı dene, kendine daha çok vakit ayır.
-Halinden şikayet etmeyi aklından bile geçirme.
-Cahiller ve aptallarla tartışma, nefesini boşa tüketme.
-Çok kızgın ve sinirli olduğun zamanda bile gülümsemeye çalış.


“İmdat” sadece bir Beatles şarkısı değildir…

Hava soğuk ve gri, ruhu daraltacak kadar karanlık bir sabah. Düne kadar, böyle havalarda mutsuz ve huzursuz birine dönüşürdüm. Bu sabah ise kendime Nick Vujicic‘i hatırlatıp, sağlıklı, mutlu ve varlıklı olduğum için yaradana şükrettim. Onunla ilgili yazacak ve konuşacak çok şey var, ama şimdilik sizlerle sevgili dost Ali Haydar Ünsal‘ın blog yazısını paylaşacağım. Zaman içerisinde hem size, hem kendime ne kadar şanslı olduğumuzu hatırlatmak için Nick’in videolarını paylaşırım. Bugün sizlere bir başka yazının hatırlattıklarını anlatmak istiyorum. “Help! – Not Just a Beatles Song” “İmdat, sadece bir Beatles şarkısı değildir” başlıklı yazıyı okuduğumda, zorluklarla geçen 2006 yılını hatırladım. Zaman zaman hepimiz sıkıntılı dönemler yaşarız. Dertlerimizi paylaşmak istemediğimiz, başımıza gelenlerin herkes tarafından bilinmesinden hoşlanmadığımız, bizlere acınmasını istemediğimiz zamanlar. Ne kadar yanlış bir düşünce. Eğer dostlarımız varsa, sıkıntılı zamanlarımızda bizim için hissedecekleri en son şey acımak olacaktır. Sessizce çığlık attığınız zamanlarda kimsenin sizi duymasını anlamasını beklemeyin. Atasözlerimizin bazıları böyle durumlara çok uygundur, “Derdini söylemeyen derman bulamaz”, yaşadığınız sorun her neyse içinden çıkamayacağınız kadar sizi daraltmadan birileriyle paylaşmayı deneyin. Belki derdinizin tam çözümünü bulamaz ama arkadaşlarınız, aileniz ve sevdikleriniz kendinizi iyi hissetmeniz için ellerinden geleni yapacaktır. Tabii yapılacak yardımların ve desteklerin, incelikle ve karşı tarafı incitmeyecek biçimde olması da önemli. Maddi anlamda dibe vurduğum günlerde, dostlarım normalden daha sık ziyaretime gelir olmuşlardı. Bana moral ziyareti yaptıklarını söylerken, elleri kolları dolu geliyorlar, farenin düşşe başını yarabileceği boşluktaki buzdolabımı tıka basa doldurup gidiyorlardı. “Çaya geldik, teras sefasına geldik, alışveriş yaparken gözüme ilişti sen çok seversin dayanamadım aldım” gibi bahanelerle beni kırmamaya çalışarak destek verdiler. Yılın sonuna yaklaştığımız bu günlerde, küresel krizi de fırsat bilen firmalarda bir çok kişi işsiz kaldı. Arkadaşlarınızı dostlarınızı arayın, hatırlarını sorun, seslerinden anlayamazsanız mutlaka görmeye gidin, sessizce haykırdığı yardım çağrısına belki biraz da olsa destek verebilirsiniz. Hepimizin kemerlerini sıktığı bir dönemdeyiz, hatta annemin deyimiyle “ne kemeri kızım, sıka sıka kemer mi kaldı” dediği durumdayız. Ama geleneklerimiz, ağızlara pelesenk olan dini inanışlarmız, bize olanları olmayanlarla paylaşmamızı söylüyor. Haydi çekinmeyin, arayın dostlarınızı, bolluk aslında yüreğimizde, gülüşümüzde ve hissettiklerimizde.
Sevgi ile kalın…


Hepinize, sevdiklerinizle ve ağız tadıyla iyi bayramlar…

“Aaah ah nerede o eski bayramlar” bu cümleden oldum olası hoşlanmam. Bayramların bir yere gittiği yok, hep bizimle birlikteler. Sadece algılar, ihtiyaçlar ve öncelikler değişiyor. Aile fertlerim ve ben eski adetleri, her bayram elimizden geldiğince sürdürmeye çalışıyoruz. Olabildiğince aile büyüklerinden birinin evinde toplanıp yemekler yenir, herkes kendi ile ilgili güncellemeleri yapar diğerlerini bilgilendirir, çocuklarla şakalaşılır, gülünür eğlenilir.  Bayramın manası da bu değil mi zaten. Son yıllarda bir furya başladı, tatile gidenlere kendini kötü hissetirme kampanyaları diyorum ben bunlara. Ne yapsın insanlar, yoğun bir tempoda, stress içinde, krizlerle, it dalaşlarıyla savaşıyorlar, uzun bir tatil fırsatı görünce de biraz hava değişimi istiyorlar. Önemli olan herkesin mutluluğu değil mi zaten. Tatile gidenler, zaten bir kaç gün önceden aile büyüklerine uğrayıp hayır dualarını alırlar genellikle. Bütün bir yıl arayıp sormayan, ama bayramın ilk günü yarım saat uğrayıp, eğreti kutlamasını yapıp kaçan bir aile ferdi yerine, bana sevgiyle sarılacak, vakit ayırıp söyleşecek birini daima tercih ederim. Sevgili dostlarım hepinize ağız tadıyla, sevdiklerinizle, sağlıklı ve huzurlu güzel bir bayram tatili dilerim.
Sevgi ile kalın…


Müziğiyle doğan çocuklar…

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın yolladığı mesajda ekli olan videoyu izlediğimde, bazı çocukların gerçekten müzikleriyle birlikte geldiklerine bir kez daha ikna oldum. Oğlum Emir’e hamileyken bir yerlerde okuduğum “doğmamış bebeğinize müzik dinletin önerisine uyup ona her fırsatta tınılarından rahatsız olmayacağı şekilde klasikleri ve sevdiğim jazz sanatçılarının eserlerini dinlettim. Tabii araya ruh halime uygun rock müzikler de eklemedim değil 🙂 Doğduktan sonra da odasına koyduğum radyodan, rahatça uykuya dalabilmesi için valsler ve yumuşak ritmli blueslar dinletmeye devam ettim. Müzik hep ilgisini çekti, minik elleri ve her an kıpır kıpır olan ayaklarıyla sanki ritm tutar gibiydi. Kendine ait minik teybinde seslerşi kaydeder, oyun oynarken söylediği şarkılara eşlik etmemizi beklerdi. Sonraları legolar ve kendin yap günlerine geçtik, arada üstün yetenekli kahraman figürlerini biriktirdiğimiz günler de oldu. Rahmetli büyük teyzemin gazete kuponları biriktirerek aldığı kalvye evde olay olmuştu. Nota konusunda hiçbir fikri olmayan oğlum kafasındaki müzikleri tıngırdatmaya başlamıştı. Babasının yardımıyla brikaç melodiyi ezbere çalar hale gelmişti. Birlikte oynadığı arkadaşlarından birinin ablasının gitar dersi alacağını duyunca pek heyecanlanıp o da bu işe soyunmuştu. Ne yazık ki 5 Nisan krizi sonrası ve kısıtlı bir bütçeyi idare ettiğim zamanlar olduğundan bu konuda pek hevesli olmamasını söylediğimde pek üzülmüştü. Ama ne ilginç ki, dersi alan kızcağız pek hoşlanmayıp vazgeçince gitarı Emir’e verdiğinde yeni bir yeteneğini fark etmiştim. Kendi kendine melodiler çıkarıyor ve bundan büyük keyif alıyordu. Önceleri her anne gibi oğlumun “aklı başında” bir eğitim alıp “düzgün bir işi” olması doğrultusunda çaba harcadım. Müzik olsa olsa hobisi olurdu. Okul öncesi gittiği yuvalarda arkadaşlarından hemen ayrılan bir hareketliliği ve yaratıcılığı olduğu konusunda öğretmenleri tarafından uyarılmıştım. O günlerde Emir’in, ilgisini çekmeyen konularda da zorlandığını farketmiştim. Bir süre sonra hiperaktivite teşhisi kondu. Önerilen ilaçları asla kullanmayacağımı belirttim. Birlikte vakit geçirirken nelere ilgisi olduğunu anlamaya çalıştım. Yaşıtlarının çoğu gibi o da bilgisayarda oyun oynamaya bayılıyordu. O günlerde sınırlı olan imkanlarımızla ona bilgisayar alındı. Sadece oyun oynamak değil, çizimler resimler de yapabileceği bir formül ararken, en iyi arkadaşlarından birinin programlama dili konusunda kendini geliştirdiğini web sitesi vs tasarladığını anlatmaya başlamıştı. Çalıştığım sektörden kaynaklanan bir şansım vardı teknolojiye yabancı değildim, Onunla bu konularda sohbet ediyordum. Arada bir “aman anne sen ne bilirsin” muhabbettleri de olmuyor değildi tabii. Web sitesi yapan arkadaşına 3 boyutlu çizimler konusunda destek olma kararı aldığında şaşkınlıktan küçük dilimi yutabilirdim. Okulda matematik özürlü olan bu küçük adam, aklımın almayacağı karmaşık grafik programlarını ustalıkla kullanmaya başlamıştı bile. Gitar merakımız da son hız devam ediyordu tabii. Okulda arkadaşlarıyla oluşturdukları grupla hafta sonları Beyoğlu’nda Laylaylom adlı stüdyoya gidip müzik yapıyorlardı. Artık kendine ait bir elektro gitarı vardı. Tam bu sıralarda can arkadaşım Sebla’nın annesi Ayten Hanım, rahmetli eşi Erol Pekcan’ın davulunu Emir’e verdi ve “onun müziğini sen yaşatmaya devam et” dedi. İlk günlerde kafa ütüleyen oğlum, yavaş yavaş rock müzikten jazz müziğe geçiş yaptı. Bilgisayarda müzik programlarıyla da içli dışlı olmaya başlamıştı. Programcı arkadaşı Ahmet’le müzik yazmaya başlamışlardı. Keyif alarak jazz çalarken, bilgisayarda da techno parçalar düzenliyordu. İlginç bir karışımdı oğlum, techno dinleyen, stüdyoda rock çalan, jazz tınılarını geliştiren. Lise son sınıfta olması nedeniyle derslerinden bunaldığı sıralarda müzik en büyük kurtarıcısı olmuştu. Artık hayalinde sadece müzik vardı ve sanırım müziğinde de hayalleri olmaya başlamıştı. Üniversite sınav sonucu tabii hüsrandı. 12 yaşından itibaren çalışmaya alıştırdığım için artık ciddi bir şeklide iş öğrenmesi ve harçlığını çıkarması gerektiğini konuştuğumuzda çok mutlu olmasa da, her gün düzenli olarakbir dostumuzun şirketinde işe gitmeye başlamıştı. O günlerde çok yoğun tempolu bir işim vardı. Uzun süreli yolculuklar nedeniyle evden ayrı kaldığım zamanlarda aklım oğlumda oluyordu. Part time işler, müziği, animasyonları vaktinin çoğunu alıyordu. Yeniden ÖSS deneyeceği için teyzesinin desteğiyle dersaneye yazıldı. Orada tanıştığı bas gitarist arkadaşıyla jazz çalacakları grubu oluşturdular. Haftalarca süren ekip kurma çalışmaları, günlerce provalar sonunda sahne almaya başladılar. Özel toplantılar, küçük jazz klupleri derken Erol Pekcan’ı anma gecesinde “Yılın Ümit Veren Jazz Sanatçısı” olarak AKM sahnesine çıkan Emir ve ekibi yollarına hızla devam ettiler. İstanbul Jazz Festivali Genç Jazz kapanış konseri verecek grup seçildiler. Bu arada müzik programlarını da büyük bir ustalıkla kullanmaya başlayan oğlum içindeki müziği besteleriyle bizlerle paylaşmaya başladı. Atatürk için bestelediği “Yüzyılın Lideri” isimli eseri özel televizyonlarda gösterildi. Emir artık hayalindeki müziğin peşine düşmüştü, Roxy Müzik Günleri’nde ilk ona kalan tek Jazz grubuydular. Bir yandan besteler yaparken, diğer yandan prodüktörlüğe soyunmuştu. Stüdyosu kendi gibi genç müzisyenlerle dolup taşıyordu. Üniversite maceramız açık öğretimle devam ediyordu. Lise Defteri adlı dizide yan rollerden birine seçilmişti Sebla’nın kızı ve “kardeşim” dediği birlikte büyüdükleri Cemre sayesinde. Diziden kazandığı parayı stüdyosunu geliştirmeye harcıyordu. Bir süre sonra ilk büyük işini aldı Axess’in yaz aktivitelerini yapacak grup seçilmişlerdi 2 ay boyunca Çeşme ve Bodrum’un seçkin plajlarında verilecek akşamüstü partilerinde çaldılar. Perküsyon çalmaktan da büyük keyif aldığını farkeden Emir, bu konuya daha çok eğilerek kısa sürede kendini geliştirdi. İşin show tarafının daha fazla olduğu bu yeni enstrüman, oğluma bir yıldır okuduğu Berklee College of Music’in de yolunu açtı. Devamı da başka bir yazı konusu olsun.


24 Kasım Öğretmenler Günü

Her yıl bir günlüğüne hatırlayıp, hamasi konuşmalarla gönüllerini kazandığımız öğretmenlere, bu yıl da yeni bir düzenleme yapılacağını sanmıyorum. Eğitmli eğitimsiz bütün anne babaların, her geçen gün demokrat olmak adına, şımarıklığın zirvesine çıkarttıkları tatminsiz çocuklarını adam etme gayretiyle, sabahtan akşama didinen öğretmenlere, yine verilen kuş kadar maaşın iyileştirilmesi yönünde çaba harcanmak yerine manasız söylevler verilen bir gün geçirilecek. Ben kendi adıma, yakın çevremedeki öğretmenleri ziyaret ederek onların, tatlı dilim ve güler yüzümle gönüllerini almayı planlıyorum. Özellikle Atatürk’ün ilk kadın öğretmenlerinden olan Refet Angın’ı ziyaret etmek listemin başında. Yaklaşık on yıl önce tanıdığım bu değerli insanı uzun süredir görmemiştim. Geçtiğimiz günlerde bir gazete haberinde, sağlığının pek iyi olmadığını okudum. Umarım kısa sürede iyileşir ve yeni nesillere yol göstermeye devam eder. Daha sonra listemde üniversite hazırlık dersanelerinde öğretmenlik yapan kızkardeşim var. Eğer vakti varsa onunla da yemek yemeyi planladım. Tabii arkadaşlarım ve dostlarım olan öğretmenlere de mutlaka telefon veya e-posta yoluyla günlerini güzelleştirecek mesajlar yollayacağım. Teşekkür ederim hepsine, çabaları, özverileri, bunca sıkıntıya karşın, amaçlarından yılmayıp, gelecek kuşakları eğitmeye devam ettikleri için.


Hasta yakını olmak…

Hasta olmak mı zor, hasta yakını olmak mı? Ne zor bir soru, yumurta-tavuk sonsuzluğu gibi. 2000

Annem ve Babam 1978 Philips kokteyl parti

Annem ve Babam 1978 Philips kokteyl parti

yılından bu yana; önce küçük teyzemin beyninde oluşan tümör, ameliyatı ve klostrofobisi olduğu için her yıl MR-tromografiye onunla birlikte girmem, sonra alzheimeri hızla ilerleyen ve 4 yıl çektikten sonra vefat eden büyük teyzem, yatalak olan babam ve şimdi de alzheimer ikinci devreyi süren annemle hasta yakını rolündeyim. Her ne kadar hayattan almam gereken dersler var diye düşünmeye çalışsam da çok zorlandığım zamanlar oluyor. Hasta yakını olmak, hasta olmaktan daha zor. Benim de onlar gibi ilgiye, bilgiye ve yardıma ihtiyacım oluyor. Alzheimer’lı bir hasta yakını olmak ise en zoru. Annenizle ve babanızla en güzel günlerinizi geçirecekken neredeyse onlara annelik etmeye başlamak hiç de kolay değil. Sevdiğiniz birinin gün geçtikçe sizden ve dünyadan uzaklaştığını öğrenmek ve bununla baş etmeye çalışmak başlı başına bir meslek gibi. Annemin hastalandığını farkettiğimde ilk hissettiğim öfkeydi. “Neden ben, neden annem? Herkese yardım etmeye çalışıyorum, kimseye bilerek kötülük etmem, bu durumu hak etmedim” diye düşündüm günlerce. Üzülmekle bir yere varılmayacağını bildiğim için toparlandım. Aynı sıralarda hayat bana anlamsız şakalarından birini daha yaptı, yürüme zorluğu çeken ve bu nedenle sürekli altını bağlamak zorunda kaldığım babam, bir an başımı çevirdiğimde düşüp kalça kemiğini kırdı. Başarılı bir ameliyat geçirmesine rağmen yürümeyi reddetti ve iyice yatalak oldu, şimdilerde özel olarak bakılıyor. Annem yalnız kaldığı için hastalığı daha hızlı ilerlemeye başladı. Çeşitli ilaçlar ve zihinsel aktivitelerle biraz yavaşlatmayı başardık. Ama aynı soruyu 10 dakika içinde 5 kez sormasını engellemek mümkün değil ne yazık ki. Huyunun değişmesine, yeni yeni takıntıları olmasına, bakışlarının her geçen gün daha donuklaşmasına tanık olmak ve katlanmak için peygamber sabrı gerekiyor inanın. Üzülmemin, öfkelenmemin yararı yok biliyorum ama bazen o kadar zor geliyor ki herşey, “yeter artık” diye haykırmak istiyorum. Her gün yapıcı, sevecen ve ilgili biri olmam bekleniyor benden. Tanıyanlarınız genellikle neşeli ve güleryüzlü olduğumu bilirler. Bunu sağlamak için ne çok yöntem geliştirdim bilseniz. Mutlaka kendime zaman ayırmaya çalışıyorum. Bulduğum her fırsatta deniz kenarına gidiyorum, kısa bir süre de olsa hiç bir şey düşünmeden sadece denize bakıyorum. Annemin sevdiği yemekleri yaparken, değişik tarifleri deneyerek kendimi de oyalıyorum. Daha çok okuyorum, yenilikleri takip ediyorum. Uzmanlar kadar konuyu bilirsem, anneme daha çok yardımcı olurum düşüncesiyle yerli ve yabancı kaynakları sürekli tarıyorum. İnternet en iyi dostum, bilgiye olan tutkum belki bir gün işe de yarar.
Bir başka yazıda alzheimer denen illeti nasıl tanıyabileceğinizi neler yapabileceğinizi anlatmaya çalışacağım.Benim hayatımı kolaylaştıran bir örneğim olmadığı için çok sıkıntı çektim, bu nedenle yaşadıklarımdan çıkardığım dersleri, seve seve sizlerle paylaşacağım. Yazıma anneciğim ve babacığımın eski ve yeni fotoğraflarını da ekledim, insanların kendi kendinin karikatürüne dönüşmesi çok acımasız. Umarım bizler daha bilinçli ve daha sağlıklı yaşlanırız.


Evladıma…

EmirCerman 1985

EmirCerman 1985

Canım Oğlum;
Eğer sana sahip olmasaydım;Topuksuz ayakkabılarla da şık olunabileceğini bilmeyecektim. Hamileliğim esnasında 90’lı kilolara kadar çıkıp kendi çapımda ilk defa bir alanda rekorumu kıramayacaktım. O küçücük ellerle renkli kartonlardan yapılmış bir kâğıt parçasının bu kadar değerli olabileceğini öğrenemeyecektim. Kan yapsın diye dana dili haşlayıp üzerine yumurta kırıp ağzının tadına da uysun diye çikolatalı pudingle karıştırmak gibi yaratıcılığın sınırlarını zorlayan tarifler keşfedemeyecektim hiç. Su almak için elimde kumanda ile buzdolabını açtığımda kumandayı buzdolabına koyacak kadar ya da evden çıkarken telsiz telefonu çantama atacak kadar kendimden geçmeyecektim. Birinin canı yandığında ötekinin bu acıyı hissedebilmesinin sadece ikiz kardeşlerde olduğunu sanacaktım. Sabahın köründe gözü kapalı mutfağa kadar gidip, süt ısıtıp yine gözü kapalı dönme yeteneğini kazanamayacaktım. Üzümün çekirdeklerini tek tek çıkarmak için insanüstü bir uğraşa asla girmeyecektim. Bir insanın gaz çıkarması beni bu kadar mutlu edemeyecekti. Büyüdüğünde arkadaşlarınla birlikte partilerde Süper Anne olarak eğlenmeyi hayal edemeyecektim. Babanla belki daha az kavga edecek ama sevginin evlat denilen başka bir boyutuna giremeyecektik. Sevginin böylesine karşılıksız olanını hiç tadamayacaktım. Telaşsız sevişmenin hayalini kuramayacaktım. Annemi bu kadar çok sevdiğimi anlamayacaktım. Annesinden zorla ayırdılar diye ‘Uçan Fil Dumbo!’ çizgi filminde böğürerek ağlamayacaktım. Geceleri kesintisiz uyuyacak, hafta sonunda sabahları istediğim saatte kalkacaktım ama, uyandığımda yanağıma konmuş minik ellerin sıcaklığı ve ıslak bir öpücük ısıtmayacaktı yüreğimi. Çantamda sürekli bisküvi, ıslak mendil, bir adet oyuncak, düşer bir yerin kanar diye ayıcıklı yara bandı taşımayacaktım. Acıyı geçiren öpücüğün gücüne inanmayacaktım. 38,5 derece ateş beni de yakıp kavurmayacaktı. Yağmur sonrası çamurlu sularda zıplamanın keyfine varamayacak, sen bir lokma daha fazla yiyesin diye kalabalığın ortasında kafamda peçete dansı yapmayacaktım. Sen olmasaydın eğer yaşamın karmaşıklığını unutup, tekrar basit yaşamayı

EmirCerman2007

EmirCerman2007

öğrenemeyecektim. Sen olmasaydın eğer, ben asla ‘anne’ olmayacaktım. Bir çocuk doğduğu anda, bir anne doğarmış… Bu lafın doğruluğuna inanmayacaktım!

Hamiş: Boston’da Berklee Müzik akademisinde eğitim gören oğlumla 11 aydır sadece internet üstünden görüşmek özlemimi kesmiyor. O artık genç bir adam, ama ben bebekliğinden bu yana geçen her anı net bir şekilde hatırlıyorum. Bu yazıyı görünce her satırını yaşamış bir anne olarak sizlerle paylaşmak istedim. Bana gelen bir e-posta mesajından alıntıdır. Ne yazık ki yazarın ismi yoktu. Bilen varsa lütfen yazsın, bu keyifli yazıyı emek verip yazdığı için kendisine ismen de teşekkür etmek isterim.
Sevgi ile kalın…


Kayıplarımızdan çıkaracağımız kazançlarımız…

Yarım saat önce Friendfeed’de bir başlık vardı sevgili Üstad Ferruh Mavituna eklemiş, altında da genç Üstad’ların yorumları var. Oradaki kısıtlı alana hissettiklerimi ve yaşadıklarımdan aldığım dersleri sığdırmam mümkün değildi. Palahniuk’ un “Invisible monsters” kitabından bir cümleyi alıntılamış Üstad Mavituna. Konu değil beni üzen, genç dinamik insanların, ne kadar maddi değerlere önem verdiğini ve kaybederse ilk aklına gelen şeyin utanç duygusu olduğunu görmekti. Yaşadım ben bunları. İşimi kaybettim, çalışarak kazandığım paramı da bana ait olmayan borçları ödemeye harcamak zorunda kaldım. Parasız kalınca kiramı ödeyemez duruma düştüm. Evden ayrılıp birilerinin yanında yaşamak zorunda kaldığım için bütün eşyalarımı  dağıttım. Hiç kolay değil hazmetmek. Üstad’lar herşeyini kaybetmekten ne anladığınız çok önemli. Parasal gücünüzü, işinizi, bunlara bağlı olarak oturduğunuz evi, eşyalarınızı kaybediyorsunuz. İnanın bir şey olmuyor. Eğer aileniz, sizi seven dostlarınız varsa, çaresiz hissetmenize izin vermiyorlar. Önceleri çok ağırınıza gidiyor, uzun süre yalnız kalmak istiyorsunuz. Yürüş yapıyorsunuz, kimseye göstermeden katılana kadar ağlamak için. Ama hayat devam ediyor. Sağlıklıysanız her şeye yeniden başlayabileceğinizi biliyorsunuz. İşte o noktada soruyorsunuz kendinize “ben ne istiyorum aslında?”. Bunca yıl şan, şöhret, ünvan, para hepsine sahiptin, sana daha farklı ne hissettirecek bunlar. Ve sonra yeni bir “ben” keşfettim, her zamankinden daha güçlü daha hırslı, ama bu kez hayata dört elle sarılmaktı hırsın nedeni. Başardım da, kolay olmadı çok uğraştım, üzüldüm, depresyona girdim, hasta oldum. Sonra “dur” dedim ve kendime yeni bir hayat çizdim, daha çok mutlu olduğu şeyleri yapacak, daha basit yaşayacak, varsa yer, yoksa yemez biri olmaya karar verdim. Daha az eşyaya sahibim, dünya üzerinde daha az yer kaplıyor çevreye daha az zarar veriyorum. Küçük şeylerle mutlu olmayı çok iyi başarıyorum.  Akıllı ve başarılı bir evlada sahip olduğum için, beni seven ve düşünen dostlarım, sağlam duruşlu ve güçlü olmamı sağlayan bir ailem olduğu için her gün şükrediyorum. Her yeni gün benim için yeni bir macera, beni mutsuz eden ve üzen hiç bir olayın veya kişinin yakınında uzun süre geçirmiyorum. Kendime mutlaka kısa da olsa nefes alabileceğim zamanlar yaratıyorum. Korkmayın, kayıplar her zaman yıkım demek değildir. Bazen kendinizi bulmanıza yardımcı olur. Bir arkadaş demiş ki”kaybetmek için herşeye sahip olmak gerekmez mi ?” Hayır sevgili dost, gerekmez, sahip olduğun en önemli şeyleri; aklını, yüreğini ve umudunu kaybedersen kork, dünyevi şeyleri kaybedersen gerçekten daha “hür ve güçlü” oluyorsun. Utanç duygusunu ise dürüst davranmayanlara, hırsızlara ve döneklere bırakalım. Hepinize daha huzurlu, daha sağlıklı, daha özgür bir yaşam diliyorum.


Haliç Üniversitesi’nde öğrenci olmak…

Bu günlerde üniversite öğrencisi olan gençler, ne kadar şanslı olduklarının hiç farkında değiller. Öğle saatlerinde, Haliç Üniversite’sinde düzenlenen bir panele katılmak üzere kampüse gittiğimde saatin erken olduğunu gördüm ve beklemek üzere kafeteryaya gittim.  Enerjisinin doruğunda, algıları açık, heyecanlı ve coşkulu bir gençlik bulma hayalim, ilk dakikalarda suya düştü. Ortalama bir alışveriş merkezinin yiyecek katından daha geniş bir alana yayılmış kafeteryada her çeşit gıda ve içecek bulunuyordu. Duvarlarda plazma ekranlarda güncel bir müzik kanalının klipleri dönüyordu. Kızların büyük kısmı Nişantaşı, Etiler ve Bağdat Caddesinde görebileceğiniz kadar abartılı şık giyimliydi. Sanırım “aman bir diploma alayım, o arada da hayırlı bir kısmet bulursam ne ala” diye düşünenlerdendiler. Erkeklerin ise çoğunun yüzünde mutsuz bir ifade vardı. Gelecek endişelerini anlayabilirim tabii, ama canları güvendeydi. Okulun kapısından çıkarken bu gün hangimiz kurban seçileceğiz diye düşünmüyorlar. Bunun ne kadar büyük bir şans olduğunu haykırmak istedim onlara. “Kıymetini bilin bu güzel yerleşkenin, keyfini çıkarın en güzel günlerinizin” demek istedim. Boğazıma bir yumru tıkandı, dizlerimde can veren üç arkadaşım aklıma geldi, gözlerim doldu, ağlarım diye ürktüm vazgeçtim. İçimde kalsa beni hasta ederdi, sizlere söyleyip rahatlamaya karar verdim.


Sayfalar:1...2021222324252627