:::: MENU ::::
Browsing posts in: İş hayatı anılarım

Can Sağdıç’a Veda


1995 yılı sonuna doğru tanıdım Can’ı. Nezih Öz arkadaşımı iş yerinde ziyaretim sırasında Can da bir konuda bilgi almak için gelmişti Nezih’in odasına. Daha sonra ben de aynı ekibe katılıp çalışmaya başlayınca gerek etkinliklerde, gerek şirket içi toplantılarda birlikte çok vakit geçirdik. İlk görüşte kanınızın kaynayacağı biri olmazdı Can. İşlerine odaklandığında; detayları iyi takip etmek istediğinden zaman zaman çok aksi ve lanet olabilirdi. Tanıdıkça saygı duyup sevdiğiniz bir dosta dönüşüverirdi.
Sosyal hayatı zengin, işinde başarılı, 2 yabancı dile ana dili gibi hakim, hınzır zekalı, esprili ve çok çalışkandı. Sakin zamanını yakalarsanız öğrenmek istediklerinizi öğretir, destek istediğinizde programı uygunsa asla geri çevirmezdi. Onun arkadaş çevresinde olmak büyük şanstı. Anlatacak çok hikayesi olurdu, değişik alanlarda geniş bir bilgi dağarcığı vardı. Dışındaki sert kabuğu aşıp kalbini kazandığınızda ömürlük bir dosta dönüşüverirdi.
Birlikte eğlenceli vakit geçirmemeniz mümkün değildi. Her gittiğiniz kafe, bar, lokantada krallar gibi karşılanır, itibar görürdü. İşi gereği değildi sadece, insanlara önem verip isimleriyle hitap edebilmesi, hayatlarıyla ilgilenmesiydi onu sevmelerini sağlayan. Kişisel alanına saygı duyduğunuz, prensiplerine özen gösterdiğiniz, anlattıklarını iyi dinleyip önem verdiğiniz sürece her daim yakınınızda olmasını isteyeceğiniz bir dosttu Can.
6 Aralık günü öğleden sonra; kendisinden çok şey öğrendiğim, birlikte zaman geçirdiğimizde çok eğlendiğim, başım darda kaldığında yardımını hiç esirgemeyen “Can” dostum hayata veda etti. Karar verdim; onu son yıllardaki sıkıntılı ve sağlıksız haliyle değil, birlikte geçirdiğimiz eğlenceli zamanlarla hatırlayacağım hep. Huzurla uyu dostum.

Can Sağdıç linkedin.com/in/can-sağdıç-a6b2b16


Şirket satışları üzücüdür

Uzun yıllar çalışma hayatının içinde olunca ve Bütünleşik Pazarlama İletişiminin bütün alanlarında görev alınca, elbet çalıştığınız şirketlerden veya iş yaptıklarınızdan hiç olmazsa birinin yabancılara satışına tanık oluyorsunuz. Satan ve satın alan taraflar kendileri adına çok sevinseler de, zaman içerisinde gördüğüm örneklerin çoğunda sonuç hüsran oldu. Bana hep belirli yaşa gelmiş çocukların satılıyor olması gibi korkunç gelir şirket satışları.
Başarılı işler yapmışsınız, rakipleri fena halde silkeleyip geçmişsiniz, kazançlarınız tavan yapıyor ve havalı yabancının biri çıkıp geliyor “al sana şu kadar para, sat bana şirketini” diyor.
İlk heyecan ve sıcak para pek güzel, ya sonrası. Şirketler yenilenirken arada telef olan çalışanlar, o günlere dek fütursuzca yaptığınız kampanyalara ikide bir “dur hele o iş öyle yapılamaz, bizim kurallarımız olmalı” uyarıları ve zaman içinde iyice silinip giden ana şirket.
Çok mu acımasız geldi yazdıklarım. Bire bir yaşandı bunlar, 99 yılında o zamanlar çalıştığım şirketi yabancılar almak istediler, patron da sıcak paraya dayanamayıp sattı. Aradaki sancılı dönemde canı yananlar, satın alan firmanın “çıkar çatışması olur” kaynaklı çıkışlarıyla yarım kalan yaratıcı projeler, yabancı merkezin kurallarının “yapılamaz” buyurduğu sosyal sorumluluk projeleri, yaratıcı ekibin katı kurallar nedeniyle bunalması gibi çokça olumsuzluk ve tabii bir süre sonra da yitip giden ana şirket.
Yıllarca didinip yoktan var edip büyüttüğünüz çocuğunuzu satar mısınız?
Bu sabah gözüme ilişen bir kaç paylaşımı görünce yine aynı üzüntüyü yaşadım. 2007 den beri başarılarını takip ettiğim genç ekibin, bir dünya devi tarafından (yok edilmek üzere) satın alınmasının heyecanı beni sarmıyor. Üzülüyorum, ama kendilerini tebrik ediyor ve bu kez kesinlikle haksız çıkmayı diliyorum.

Yazıda kullanılan görsel http://www.holylandmap.net/The_Little_Prince_Lands/efour.htm adesinden alınmıştır.


Tereciye tere satmak…

Tereciye tere satmak zor iştir. Ustalık ister, incelik ve hınzırlık, hatta azıcık da duygusallık gerektirir. Yakın zamanda denk gelen birkaç olay nedeniyle kendi kendime söylenmek yerine yazıp paylaşayım istedim.
Adı Halkla İlişkiler olan bir mesleği yapmaya karar verenlerin, bu işin en önemli boyutunun “iletişim” ve “insan ilişkileri” olduğunu sindirmeleri gerek. İletişim yeteneği ile doğmamış iseniz geliştirmek için çaba harcamanız gerekir. Son yıllarda İletişim Fakültelerini seçenlerin çoğu bu mesleğin renkli ve eğlenceli olduğunu düşünerek seçiyor sanırım. “Çoğu” kelimesine özellikle dikkat çekmek isterim. Eser miktarda da olsa, aralarında mesleğinin inceliklerine, etik değerlere ve en önemlisi insani yönüne dikkat edenler de var. Onların da çoğu zaten olanakları ölçüsünde kendilerini geliştirmeye devam ederek, ya master yapıyorlar ya da eğitim seminerleri ve workshoplara katılıyorlar.
Milliyet Gazetesi Reklam bölümünde çalıştığım dönemde, haber merkezine ve bizim servise gelen basın daveti ve bülteni sayısı gün içinde üç haneli rakamlara ulaşabiliyordu. Gözlemlediğim kadarıyla, bültenin haber değeri ve kişiye özel hazırlanmış olması, hemen eşitler arasında birinci sıraya çıkmasını sağlıyordu. 94 yılında henüz “e bülten” yollamak güncel olmadığından, fax yoluyla iletilen birbirinin aynısı basmakalıp cümlelerle yazılmış, kime yollandığı belli olmayan bültenler anında çöpü boyluyordu. 95 sonundan başlayarak onlarca global markaya hizmet verdiğim Halkla İlişkiler ve Özel Etkinlik şirketinde basın mensuplarına yollanacak davet ve bültenleri olabildiğince elden teslim etmeye çalıştım. Günlük hayatın karmaşası içinde, size kendi eliyle davet veya bilgi getiren (getirilen bilginin mutlaka haber değeri taşıyor olması ilk şarttır) , hatrınızı soran birini görmezden gelmeniz zordur.
Son zamanlarda adet olduğu üzere tanıtım toplantıları, açılış ve seminerlere basın mensupları yanında blog yazarları da davet ediliyor. Bana yollanan mesajlarda eğer davet adıma değil de “Sayın Basın Mensubu” diye başlıyorsa, gerisini okumam mutsuzluk verici bir hal alıyor ve gideceği yer de genellikle çöp oluyor. Sayıları çift haneli rakamları geçmeyen  sayıda blog yazarına gönderim yapacak iseniz,  lütfen vakit ayırıp ne konularda yazdığına, kim olduğuna, neleri paylaştığına azıcık bakıverin. İlgi alanım olmayan bir konuda paylaşım yapmamı isteyenlerin yaptıkları işi iyi anlatmaları ve dikkatimi çekmeleri gerek. “Kuzguna yavrusu Anka görünür” sözünü aklınızdan çıkartmayın. Hazırladığınız etkinlik, çıkardığınız yeni ürün, gündeme getirmeye çalıştığınız konu her ne ise sizin için çok önemli ve tek olabilir, yaptıklarınıza ilgi göstermesini beklediğiniz kişilere önce, “insan” olduğunu hatırlayarak davranmayı deneyin. Mesela, mesajınıza onun adıyla başlayıp “merhaba” deyin. İnanın gerisi iplik söküğü gibi gelecektir.
Sevgiyle ve muhabbetle…
Gorsel kaynagi

https://resources.workable.com/wp-content/uploads/2013/05/pr-manager.jpg


40 yaşından sonra kariyer değiştirilir mi?

Kesinlikle evet.  Kenarından köşesinden dolaşırsınız dilerseniz, dilerseniz de hiç ilgisi olmayan başka bir iş yaparsınız. 19 yıl yöneticilik yaptıktan, masanın arkasında oturup ayağıma hizmet getirilmesine alıştıktan sonra bu beyliğime son verip, Milliyet gazetesinde sıradan bir reklam satış elemanı oldum. Çalışmam gerekiyordu, şımarıklık yapma lüksüm yoktu, kaldı ki 5 nisan 1994 krizi ortalığı toz duman etmişti. Zor gelmedi mi, tabii ki çok zor geldi. Elimde çanta kapı kapı dolaşıp reklam yeri satmam bekleniyordu. Kısa sürede birlikte çalıştığım ekibe kendimi sevdirmeyi başardım. O dönem, karşımızda bir dev gibi dikilen Hürriyet IK ekine rakip Milliyet IK sayfaları yapmaya başladık. Gayet de iyi işler başardık. Teknoloji sayfalarını hazırlayan arkadaşımız yurt dışına gidince onun görevini de üstlendim. Bu gün teknolojiyi günü gününe takip etmemi sağlayan, her yeniliğe yüzümde bir sırıtmayla yaklaştıran hep o sayfalar olmuştur. Şimdilerde bir çok büyük şirketin CEO ya da genel müdürü olan genç iş adamlarıyla da o zaman tanışmıştım. İnterneti büyük bir heyecanla takip etmemi sağlayan ve ilk servis sağlayıcım olan Superonline ile de o yıl tanıştım. AKM nin yan duvarına büyük ekran olarak yansıtılan Win 95 sunumunu anlatan Bill Gates’i dinlerken gözlerimden yaşlar geldiğinde bana “aman sen de amma abarttın” diyen iş arkadaşlarımın bir kısmı, bilgisayarla barışmayı bile geçtiğimiz yıllarda yükselen Farmville  sayesinde gerçekleştirdi 🙂 Sektörel fuar sayfaları hazırlama konusundaki isteksizliğimi de bilgiye olan açlığım bastırmıştı. Bu sayede hem İstanbul’un, hem de yurdun diğer yerlerinde neler olduğunu öğrenme şansım oldu. Devasa iş makinalarından, unlu gıda firmalarına, gözlük markalarından, silah sanayiine kadar pek çok  konuda detay öğrendim. Bana zaman zaman ukalalık yapma şansı verdiği için o günleri hep minnetle anarım 🙂 Milliyet maceram reklam müdür yardımcılığı ünvanıma rağmen (o zamanlar böyle ünvanlar söke söke alınıyordu, ulufe gibi dağıtılmıyordu) Doğan Grubunun genel manasızlıklarına katlanmak istemediğim için istifamla son buldu. Kısa bir deneme sonrası, Miliyet’te ajansların bana yaşattığı gerginlikler nedeniyle artık bir başka ajansta Medya Planlama ve Satın Alma işinden haz etmeyeceğimi görüp , yeni bir arayış peşine düştüm. Şansım yaver gitti ve bana göre biçilmiş kaftan olan Halkla İlişkiler/Organizsayon işi yapan bir firmada göreve başladım. 6 yıl süre ile hem yurt içi, hem yurt dışı pek çok organizasyonda aktif olarak görev yaptım. Camel Trophy seçmeleri için orman yollarında dolaşmaktan, 6-7 bin kişilik şirket pikniklerine, yerli malı ilk Woodstock örneği H2000 den, 5 yıldızlı otellerde basın toplantılarına kadar pek çok iş yaptım. Hizmet verdiğimiz çok çeşitli markanın, birbirinden değişik ürünleri için geliştirilen strateji toplantılarında saatler geçirdim. Yaşadığım her andan keyif aldım. Taa ki şirket Amerikalılara satılana kadar. Yine bir dönüm noktası ve yine hayata devam.
Korkmayın; kariyer değiştirmek o denli korkulacak bir şey değil, bir başka yazıda sizlere 50 yaşınızda işsiz, evsiz ve beş parasız kalırsanız neler yaparsınız o konuda da ipuçları vereceğim. Bu günlük bu kadar duygu fırtınası bana bile çok 🙂


Her yaşa, her duruma göre kariyer planınız olmalı

Bir süredir okuduğum yazıların ve yorumların çoğunda, iş hayatında ve kariyerindeki adımları tartışan, bu konuda fikir alışverişinde bulunanları görüyorum. Ülkemizde yaşayan pek çok kişide olduğu gibi, bu paylaşımları yapanlarda da gelecek endişesi sorunların en büyüğü olarak görünüyor. Genç yaşta olanların gelecek endişesi ile yaşı 35 üzeri olanların endişeleri farklı elbet. Geçtiğimiz günlerde 40 yaş üstü insanların kariyerleri konusunda neler yapabilecekleri üzerinde söyleşiliyordu. Çoğu genç arkadaşımız o yaşlarda artık her sorunu halletmiş olacağını umuyor ve emekliliğe hazırlanıyordu. Onca eğitim, öğretim, özel kurslar, seminerler, kişisel gelişim çalışmaları 40 yaşta tükenecek bir enerji için mi olmalı? Yoksa o yaştan sonra farklı alanlarda hem kendini oyalayacak, hem de çevresine yardımı olacak alanlara mı yönelinmeli? Benim oyum ikinciden yana. Takip ettiğim bloglar, kişisel gelişim siteleri, 50 yaş üstü kariyer sahipleri için bile yeni alanlar önerip hayata bağlanılmasını işaret ederken, 40 yaşını geçtiği için öleceğini zannedenlere şaşıp kalıyorum bazen. Sonra 20 li yaşlarda insana 40-50 gibi rakamların ne kadar uzak ve ölümcül olduğunu hatırlıyorum 🙂
Yaşayıp görmek yerine, örneklerden dinlemek ve olası hatalar yüzdesini azaltmak hep akıllıca gelmiştir. Örnekleri dinleyin, okuyun ve araştırın, mutlaka aklınızın yatacağı bir yedekleme programınız olacaktır. Hayat hepimize garip oyunlar oynayabiliyor zaman zaman, ama planlanmış bir hayatta, olası kriz senaryolarını da ihmal etmezseniz sizi yıkabilecek pek az olay çıkacaktır karşınıza. Fiziksel engellerin, coğrafi engellerin, ekonomik ve siyasi engellerin hepsiyle aynı anda karşılaşabileceğiniz senaryolara da hazır olun. Kaygan zeminde patinaj yapılarak günü kurtardığımız bir ülkede yaşıyoruz. Her duruma hazırlıklı olmak sizi “eşitler arasında birinci” yapacaktır. Gençlerin çoğu eğitimli artık, pek çoğu bir değil iki yabancı dil öğreniyor, hepsi bilgisayar kullanıcısı. Bu durumda, eşit imkanlarla yarışanlar arasında öne geçmenizi sağlayacak her olanağı değerlendirmelisiniz.
Önemli bir nokta da, mutsuz  hissettiğiniz işlerden ayrılabilme cesaretinizin olması. Her sabah sürünerek yataktan kalktığınız, her anından bezdiğiniz bir işe gitmenin ne size, ne de çalıştığınız şirkete hayrı olur. Ekonomik krizin sıkıştırmasıyla bulduğunuz ilk işe giriyorsanız, işinizdeki sorunlarla barışmayı, onlara rağmen çalışabilmeyi denemelisiniz. Gerçekten bunalıyorsanız da cesaret gösterip ayrılın . Üst satırda da dediğim gibi, bezgin ruh haliyle yapacağınız işler, sizi mutsuz ve hasta ederken, yöneticilerinizin de sizin hakkınızda ilerideki yöneticilerinize söyleyecek kötü anılar edinmesine neden olur.
Bir diğer konu da aynı şirkette uzun yıllar çalışabilme konusu. Hep yakınılır “yöneticimiz koltuğuna yapışmış gitmiyor” diye. Bunun tersi olan pek çok dünya şirketi çalışanıyla tanıştım, bir kaçı üst düzey yönetici oldular zaman içinde ve çift haneli yıllara varmalarından da rahatsız değiller. Çünkü şirketleri onların yenilenmesini, yeni pozisyonlara terfi etmelerini destekler şekilde yönetiliyorlar. “Salla başını al maaşını” tipi değiller. Yeni bir pozisyona geçmek için hak etmeleri gerektiği, kurumsal kurallarla belirlenmiş. Orada çalışanlar mutsuz değiller. Tempolu çalıştıkları dönemlerde bile, öyle hoş küçük dokunuşlarla moral tazeleniyor ki çalışanın kaçma duygusu hissetmesi engelleniyor. Temelde şahıs şirketi değil de, kurumsallaşmanın başarılmış olması sanırım bu rahatlığı getiren. Türk şirketleri arasında bir elin parmağını geçen çok firma çıkmaz bu tip çalışılan. Önde gelen bir kaç holding dışında tabii.
Bir yorumda, uzun yıllar aynı şirkette çalışmanın yaratıcılığı öldüreceğinden söz etmiş gençler. Katılmıyorum, mesleki körleşmenin bile çaresi, önce kendinizi sürekli yenilemekten geçiyor. “Ver yiyeyim, ört giyeyim, bekle de canım çıkmasın” mantığı ile çalışan pek çok “yaratıcı yönetmen” ve “metin yazarı” tanıdım. Üstelik de çok uzun yıllar geçirmemişlerdi bulundukları şirketlerde. Nasıl olmak ve neler yapmak istediğimize karar verip, amacımıza uyan eğitimleri, seminerleri takip etmek, yazılmış makaleleri mutlaka okumak gerek.
Özetle önce biz tam donanımlı olmaya çabalamalıyız ki, çalışacağımız şirketler de bizlere, yatırım yapmaya değer kişiler olarak bakabilsinler.
Önemli not:
IK uzmanı, kariyer koçu ya da bu konularda uzman biri değilim. Yazdıklarım kendi hayatımdan, yakın çevremden gözlemlerim sonucu değerlendirmelerdir.

Görselin yazının konusuyla bir ilgisi yok tabii 🙂 Geçtiğimiz yıllarda Boğaz sırtlarında Erguvan zamanı çekmiştim.


Taking Woodstock 16 Ekim’de sinemalarda…

12 Ekim pazartesi sabahı güne güzel bir film izleyerek başladım. D Productions tarafından gerçekleştirilen öngösterim daveti geldiğinde, film hakkında hiç fikrim yoktu. Yolladıkları bülteni ve linkleri inceleyerek epey bilgi sahibi oldum.
Taking Woodstock 2 Film gerçek bir hikayeden yola çıkarak çekilmiş. Beni en etkileyen yanı o muhteşem organizasyonun alt yapı hazırlıklarıydı. Gerçi filmde bu kısımlar oldukça hafif geçiştirilmiş ama eminim kalabalık etkinlik düzenleyen herkes filmi izlerken aynı duyguya kapılacaktır. Taking Wodstock Böyle büyük bir etkinliği düzenlemek, o ekibin içinde yer almak, katılımın beklediğinden fazla olması karşısında heyecanlanmak, olumsuz hava koşullarına rağmen her anı eğlenceye çevirebilecek konuklar… özetle müthiş bir olayın parçası olmak. 1995 sonu ve 2001 yılları arasında, böyle müthiş etkinlikler düzenleyen bir ekibin parçası olmakla hep gurur duyuyorum. Camel Trophy seçmeleri, H2000, Prodigy, Garbage ve daha nice konserler, 6-7 bin kişi katılımlı şirket piknikleri, Off-Road yarışları, Beach Soccer etkinlikleri gibi bir sürü müthiş organizasyon. Hepsinde yürek çarpıntısı hissettiğim zamanlar oldu. H2000 sırasında yağan yağmura rağmen, oğlum da dahil gözleri ışıldayan gençleri görmek eminim tüm ekibin çektiği çileleri unutturmuştur. 9 Haziran gibi bir tarihte yapılacak piknik öncesi, günün erken saatlerinde başlayan Nuh Tufanı kıvamındaki yağmura rağmen gelen, gösteri çadırında binbeşyüze yakın konuktan “hiç bu kadar eğlendiğim bir piknik olmamıştı, iyi ki yağmur yağmış” cümlelerini duymak inanın pek çok şeye değerdi. Tanıdığım öğrencilere hep böyle işlerde yarım zamanlı çalışmalarını öneriyorum. Kalabalıklar içinde  çözeceğiniz sorunlar ve alacağınız teşekkürleri pek çok şeye değişmeyeceksiniz. Taking Woodstock 1 Filmde konser alanını gençlere kiralayan oyuncunun bir cümlesi hatırlattı bunu, sorun olup olmadığını soran gence verdiği cevap hemen hemen şöyleydi “sorun mu ne sorunu, iki gündür bana edilen teşekkürü ömrümce görmedim bu kasabada, gençler ne kadar mutlu baksana”
Film ile ilgili pek çok eleştirmen ve blog yazarı uzun uzun yazacaklardır. Ben sadece bana hissettirdiklerini yazmak istedim. Firmadan gelen basın bültenini paylaştığım posterous yazımdan detaylara ulaşabilirsiniz. Oyuncuların hepsi çok başarılı, başrollerdekilerden hiç de aşağı kalmayan, hatta bazen onlardan oyun çalan yan rollere de dikkat derim.
Bir de önemli not eğer çıplakla, homoseksüel ilişkilerle ve siyonizmle ilgili takıntılarınız varsa bu filme giderken hazırlıklı olun. Yönetmen çok ustaca işlemiş olsa da homofobik olanları, çıplak insanlardan rahatsız olanları huzursuz edecek sahneler var.


45 saniye size ne ifade ediyor ?

Bana çok şey ifade ediyor. 17 Ağustos 1999… Yıllar geçmiş o meşum gece yaşanalı. Hiç aklımdan çıkmıyor. Sevdiklerim için duyduğum endişeyi, daha sonra yaşadıklarım perdeledi. O dönemde çalıştığım şirket; büyük ve kalabalık organizasyonları gerçekleştiren bir şirketti. Camel Trophy organizasyonuyla eş zamanlı olduğu için hemen bir kriz masası kurup, bütün araç gerecimizi afet merkezine yönlendirmiştik. Şirketin bütün kaynakları seferber edildi, bağlantı kişi için gönüllü oldum. O zamanlar adı Kriz Merkezi olan AKOM ve AKUT ile bilgi paylaşımı yaparak gerekli noktalara temin edilen yardımları ulaştırıyorduk. O günler herkes için hem şaşırtıcı hem de üzücü günlerdi.  deprem O sıralarda sağlık bakanı olan şahsiyet, koskoca yardım gemisine geçiş izni vermeyebiliyordu. Buna karşın duyarlı insanlar, bilgileri ve bağlantıları değerlendirip, bana ulaşıyorlar ellerindeki araçlarla nasıl yardım edebileceklerini soruyorlardı. 2 adet deniz uçağı, onlarca Enduro sürücüsü öncü kuvvet olarak, neredeyse ağırlıkları kadar yardım malzemesi yüklenip dağ bayır demeden ihtiyaç sahiplerine ulaşmaya çalışıyorlardı. O günlerde yaşadıklarımdan unutmadığım bir kaç kişiye adlarını vermeden buradan teşekkür etmek isterim. Birisi Türkiye’nin önde gelen donmuş gıda üreticilerinden birinin üst düzey yöneticilerindendi. Referansla kendisine ulaşmıştım ve bölgeye gönderebileceği bir frigorifik tırı olup olmadığını sormuştum. “Tabii” dedi “nereye gideceğini söylemeniz yeterli”. İçine su ve tıbbi malzeme koyacağımızı, ama gideceği yerde muhtemelen askeri birlikler tarafından alıkonulacağını ve morg olarak kullanılacağını söylediğimde “hiç önemi yok, bunca zaman oradaki insanlar bizim yaşamamızı sağladıysa şimdi sıra bizlerde” dedi. Konuşamadım ve ağlamaya başladım, zaten günlerdir sadece 3 er saat ancak uyuyordum. Nasıl teşekkür edip telefonu kapattığımı bilemiyorum. Gerçekten de o tır gitti ve çok uzun zaman bölgede kaldı. Bir gün bile sitem etmeyen o dosta minnettarım.
Yine bir telefonla seferber olan Ataköy ve Kalamış Marinaları’nın yetkililerini, her telefonda Baltalimanı ve İstinye Hastanelerindeki hastalara malzeme veren Kifidis’in bölge sorumlusunu, kişisel deniz uçaklarını bir an bile düşünmeden hizmetimize veren o iki dostu hiç unutmayacağım. Bir de bankacı oğlu ve geliniyle birlikte kocaman iki koli getiren orta yaşlı hanımın sözlerini asla unutmayacağım. İçlerinde ne olduğunu sorduğumda “henüz rakam vermiyorlar ama, ne yazık ki bunlara ihtiyaç olacak” dediği metrelerce kefen beziydi. Hiç birimizin aklına gelmemişti, henüz kabullenmek istemiyorduk rakamın o denli fazla olmasını. Ama olmuştu ve o hanıma çok hayır dua edilmişti, kayıpları olan aileler tarafından.   17agustos1
Sonra sırayla kötü haberler gelmeye başlamıştı. İkinci derece de olsa, evi Değirmendere sahilinde sulara gömülen kuzenler, kocası ve 4 yaşında kızının bedenlerini 4 gün göçük başında bekleyen eski komşular. Çevremizdeki herkesin bir yakını veya arkadaşı vardı oralarda. Mevsim itibarı ile en kalabalık zamanlarıydı.  Ve bölgeye gidiş… Gemlik Kumla’da kayınvalidemin yazlığı olması nedeniyle, İzmit üzerinden Yalova’yı geçerek çok gittim o yola. Bu kez gördüklerim nedeniyle boğazımda hep bir yumru, gözlerimde akmaya hazır yaşlar doluydu.
Ne kadar unutmaya çalışsam da olmuyor, unutulmuyor. Pek çoğumuz unuttu gitti, ama hatırlamak gerek, lütfen araştırın, inceleyin, sorgulayın. Aradan geçen onlarca yılda neler yapıldı. Verilen sözlerin, hazırlanan planların kaçına uyuldu. Eğitim alsınlar diye evlatlarımızı yolladığımız okullar, şifa bulmak için gittiğimiz hastaneler ne kadar sağlam. Lütfen unutmayın ve unutturmayın…


Bir haberin hatırlattıkları…

Öğleden önce Media Cat’den gelen bir mesaj, beni yine yılar öncesine götürüverdi. 10.Köy isimli ajans, M.A.R.K.A’ya katılmış. 10.Köy’ün kurucusu olan sevgili Cahit Ceylan’la tanışıklığımız Karacan yayınlarının piyasada fırtına gibi estiği günlere dayanıyor. Sevgili Nilgün Alemdar ile beraber; reklam ajanslarına birçok güzel çalışmaya imza atma şansı verdiler. Üçte bir dikey sayfa uygulamasını sevgili Nilgün’ün başını etini yiyerek kabul ettirdiğimiz günler dün gibi gözümün önüne geliverdi. O yıllarda; hep birlikte (1987-1990) çok eğlenceli organizasyonlarda da  vakit geçirdik. Cahit Ceylan daha sonra, çeşitli medya gruplarında aktif görev aldı. Bir süre sonra da 10. Köy’u kurdu, uzun yıllar da başarıyla yürüttü. Ajanstek Reklam’da çalıştığım yıllarda da Hulusi Derici’yi tanıdım. Ajansta çalışan bir arkadaşı ziyarete gelen, Klasik Türk Sanat Müziği’ne hayran, hırslı, yetenekli bir genç adamdı. Daha sonra Radar Reklam’a dost ziyaretine gittiğim bir gün yine karşılaştık. Sevgili Kamil Işıldak’la çalışıyordu o dönem. Daha sonra birden yıldızı parladı, bir başka ajansta çalışırken epey olaylarla ayrıldığı ajanstan sonra kendi şirketini, M.A.R.K.A’yı kurdu. İkisine de hayırlı olmasını diliyorum.

 


Moran’a veda, Philips’e merhaba…

Yıllar akıp gitmiş Moran’daki çalışma hayatıma “bir daha reklamcılık yapmak mı, tövbe” diyerek nokta koyup, bir süre aylaklık yapmaya karar vermiştim. Ne mümkün, siz plan yapın kader kahkahalarla gülsün. Kitabımı alıp deniz kenarında oturup okuma hayallerim, babamın eski iş arkadaşlarından birinden gelen telefonla uçup gidiverdi. “Maliyet Muhasebesi” bölümüne yardımcı bir eleman aranıyor konulu sohbetin başımı yakacağını anlamıştım ama ne boyutta olacağını kestirememiştim. Bir kaç gün sonra Philips fabrikasının (şimdi yerinde yeller bile esemiyor çünkü Metrocity var) en üst katında merdivenleri çıkar çıkmaz hemen karşıma gelen geniş, aydınlık ve bitkilerle dolu bir odada Adnan Bey ile görüşmeye gittim. Burnu havada Prenses Sara, “benim burada ne işim var” dercesine huzursuz bir şekilde sandalyenin ucuna oturup, güleryüzle kendisine nasıl bir kariyer planı çizmeyi düşündüğünü soran cin bakışlı adama “aslında ben burada çalışmayı pek de düşünmüyorum” deyivermişti benim yerime. Uzunca bir sohbetten sonra, maaşın cazibesi ile, kısa bir süre denemeye karar vermiş olarak kapıdan çıkıyordum. Bu “maliyet muhasebesi de ne ola ki” diye kendi kendime söylenerek bir kaç gün sonra işe başladım. İlk gün izlenimim yaş ortalaması 45 olan bir bölümde 22 yaşında bir hiperaktif ne halt eder acaba idi. Allahtan bir kaç gün sonra, o sıralarda Almanya’daki ailesine ziyarete gitmiş olan sevgili dost Erdoğan Demir ve aile büyüğü birinin hastalığı nedeniyle izin kullanan, daha sonra Adnan Bey’in yerine muhasebe müdürümüz olacak olan sevgili Işık Cin ortaya çıktılar. Ama asıl eğlence sevgili Jale Polat’ın işe alınmasıyla başladı. Maliyet muhasebesi kavramı zaten zor, bir de üstüne Hollanda usulü Philips tarzı maliyet muhasebesi çal çal oyna bir sistemdi. Doğruya doğru rakamlardan nefret eden ben, her günü rakamlarla geçirmeye başlamıştım. Günler geçtikçe yaşı bizden büyük iş arkadaşlarımın aslında hınzır ve esprili yetişkinler olduğunu gördükçe işimi de daha keyifle yapmaya başlamıştım. Philips fabrikası o günlerde renkli televizyon yapımıyla piyasa lideriydi, henüz Sabancı ortaklığı ufukta değildi. Fabrikayı gezmek, bölümleri tanımak uzun zaman sürmedi. Hemen her bölümden keyifli dostlar edinmiştim. Gümüşsuyu’nda bulunan Genel Müdürlük, İzmit’te bulunan ampul bölümleriyle koordineli çalışıyorduk. Maliyet Muhasebesi ve resmi Muhasebe ekipleri arasında tatlı bir çekişme vardı. Bu çekişme öğle tatillerinde düzenlenen pis yedili turnuvalarında daha çok ortaya çıkıyordu. Bir süre sonra işleri abartıp Avrupa Kupası maçlarının TV den yayınlandığı günler gol toto oynamaya başlamıştık. Acemi şansım tutuyor ve sırt numarası 18, 15, 22 olan oyuncular ilk golü atıyor ben kasadaki tüm parayı alıyordum. Reklam ajansının renkliliğine karşın durağan, ama maddi yönden de bir o kadar rahat günler geçiriyordum. Memurlar sendikalı olamıyordu fakat sendikalılara tanınan yasal haklar, bizlere de aynen uygulanıyordu. Bu nedenle ay sonlarında yapılan depo sayımları, zul geleceğine keşke her pazar olsa diyorduk, çünkü saat ücretinin 4 katını mesai ücreti olarak almak pek hoş bir duyguydu. Tabii içimdeki uslanmaz reklamcı rahat durmuyor, Rasin Baba’yı arayıp gazete, TRT tarifelerindeki ve protokol listelerindeki değişiklikleri mutlaka benimle paylaşmasını istiyordum, ne işime yarayacaksa derken, ileriki yıllarda tekrar sektöre döndüğümde kendimi güncellemem hiç de zor olmamıştı. Hollanda’daki ana firma, yılda iki kez hesapların tarafsız bir firma tarafından denetlenmesini isterdi. Arthur Andersen adını ilk kez o zaman duymuş, “audit” yapan kişiler neye benzer ve ne iş yapar o zaman öğrenmiştim. Daha sonraki yıllarda, devletin ve özel sektörün en önemli konumlarına gelen Şaban Erdikler, Bülent Şenver  gibi islmlerle birlikte çalışmak çok keyifli idi. Hollanda muhasebesini anlamaya çalışırlarken takıldıkça, onları izlemek haince bir keyif verirdi hepimize.


“Bana beyaz bir TIR bulun”…

Brian Sanderson… Moran’ın kreatif direktörüydü, tanıdığım en yaratıcı ve en çılgın adamlardan biriydi. Reklam filmlerinin çekim öncesi çalışmaları en heyecanlı ve telaşlı günlerdi. Filmde rol alacak oyuncuların seçiminden, sette kullanılacak malzemelere kadar bir sürü madde sıralanırdı yapılacak işler listelerinde. “Bana beyaz bir TIR gerekiyor” bunu söylediği gün odaya fil girmiş gibi olmuştu. Yıl 1976, memleketteki TIR sayısı sınırlıyken beyaz olanını nerede bulacağız. Üzerine de beyaz bir piyano ve 6 kişilik New Orleans tarzı giysili müzisyenler istermiş. Brian’ın beyaz takıntısı hemen hemen hepimizi çileden çıkaracak noktalara getirmiştir zaman zaman. Hatta kendi adıma, gördüğüm objelerin beyazı da var mıdır acaba diye düşünmeye başlamıştım. Bir başka gün kırmızı spor araba, önünde de kartal resmi olsun diye tutturur. Bulundu hepsi, filmlerde de kullanıldı. TIR’ını beyaza boyadığımız zarif beyefendi sanırım bizlere acıdığından dava filan açmamıştı. Çekim ekibinin tümü ve görüntü yönetmenleri olarak genellikle yerli isimlerle çalışılırdı. Yabancı prodüksyonlu filmlerde ise sevgili Cengiz Tacer, Paris’ten gelir kamera arkasına geçerdi. O günlerin en çok film çeken ajanslarından biriydik. TRT’nin bir filmi uzun süre gösterilmesini uygun bulmadığı zamanlardı. TRT o günlerde daha da sinir bozucu bir kurumdu. Tekeldi çünkü. Hele sansür kurulu, dağlara taşlara bir durumdaydı. O günlerde en büyüğü 61 ekran olan TV lerde izlenecek filmlerin sansür kontrolleri, Ankara Arı Sineması’nın dev perdesi gibi bir perdede izlenerek yapılıyordu. Böylece ufacık bir falso bile deve dönüşüyordu. Rahmetli Rasin Baba (Yenen) zaten asabi bir adamdı, TRT temsilcimiz ile konuşurken yakınında olmamak için hepimiz çeşitli bahaneler bulurduk. Zıvanadan çıkarırlardı adamcağızı. En traji komik anımız Ambre Solaire güneş yağı için büyük prodüksyonlarla ve tabii yabancı modelle çekilen filmin Ankara’dan red yemesiydi. Sebep mi? Modelimizin pübik tüyleri görünüyormuş. Düşünün kelli felli adamların, Türkiye’nin en büyük ekranında üstelik de kare kare dondurarak izledikleri filmde buldukları sakınca buydu. Rasin Baba’nın bayramlık ağzı açılmış, kapağı açılmadık bütün küfürleri etmişti. Haklıydı. Bikini giyecek bir modelin pübik tüylerinin görünmesi teknik olarak mümkün değildir. Kaldı ki Brian gibi bir çılgın yönetirken öyle bir model olamazdı zaten. Neyse tabii, hemen film geri getirtildi, bir iki montajla geri yollandı. Ne zaman Ambre Solaire ambalajı görsem o günler aklıma geliyor.


Sayfalar:12