:::: MENU ::::
Browsing posts in: Sinema

Allacciate le Cinture / Kemerlerinizi Bağlayın

Sevgili Duygu Kutlu’nun davetiyle, Feriye sinemasında gerçekleştirilen öngösterimle izleme şansı buldum yönetmenliğini Ferzan Özpetek’in yaptığı Allacciate le Cinture/Kemerlerinizi Bağlayın filmini.
bar sahnesiFerzan Özpetek’in sinema dilini seviyorum. Hayatın tam içinden günlük olayları alıp, bir masal aleminden yansıtmasını izlemeye bayılıyorum. Arka planda çalan ustaca seçilmiş, içinize işleyen melodilerı de ayrıca keyif veriyor izlerken, kendinizi bu masal alemine kaptırıp gitmenize neden oluyor.
Oyunculuklar, mekanlar, görüntüler, minik gibi görünen anlamlı detaylar, hep sizi o masal aleminde oradan oraya uçurup savurmak için özenle seçilmişler. Erotizmin sınırlarında dolaşan kareler de; Özpetek’in erkek bedenine saygı duruşu gibi, rahatsız edici değil, tam kararında.
fabio ve antonioElena (Kasia Smutniak) ve Antonio’nun (Francesco Arca) kavgayla başlayan; tutkuya dönüşen aşklarının 13 yıllık hikayesi Allacciate le Cinture/Kemerlerinizi Bağlayın.
Başroldeki oyunculardan çok, yardımcı oyunculardan etkilendim izlerken. Ekzantrik teyze rolünde Elena Sofia Ricci, Elena’nın en yakın dostu gay arkadaşı Fabio rolünde 20 li yaşlarındaki Mehmet Günsür’ü anımsatan Filippo Scicchitano, Elena’nın hastanede oda arkadaşı ve teyzesi kadar eksantrik bir başka kadın Egle rolünde Paola Minaccioni, Antonio’nun kuaför metresi Maricla rolünde Luisa Ranieri ve isim bilgisine ulaşamadığım ama Elena ile Antonio’nun kızlarını canlandıran minik oyuncuyu hayranlıkla izledim.
Elena ve MariclaKarakterlerin; hayatın akışı içerisinde birbirleriyle kesişen yolları, kaderlerine dokunuşları ustaca anlatılıyor filmde . Elena’nın Antonio’ya “Seni olduğun gibi sevdim, değiştirmeye çalışmadım” dediği duygusal yoğunluklu sahne; ilişkilerine olmadık anlamlar yükleyen ve hayatındaki erkeğii hayalindeki prense çevirmeye çalışıp, hem kendini hem de sevdiğini mutsuz eden hemcinslerime ders niteliğindeydi.
Güney İtalya’nın turistik yerleşimlerinden Lecce’de çekilen filmin hikaye ve senaryosu Ferzan Özpetek ile Gianni Romoli’ye ait. Gian Filippo Corticelli’nin görüntü yönetmenliğini üstlendiği film 14 Mart cuma günü gösterime giriyor.
Ülkenin bunaltıcı gündeminden biraz olsun uzaklaşmak ve güzel müzikler eşliğinde bir aşk masalı izlemek isterseniz haftasonu kendinize vakit ayırın ve bu filme şans verin derim.


Ruhumu Dinlendiren Film Müzikleri

Kahkahalarla gülerken, bir anda gözyaşlarına boğulup, sonra yine aynı hızla kahkahalar atabildiğiniz filmleri sever misiniz? Ben pek severim, her iki ruh hali de yaşıyor olduğumu hatırlattığı için belki de.
Ülke gündemi nedeniyle kendimi boğulacak gibi hissettiğimde; o sevdiğim filmlerin müziklerini dinliyorum, ruhumu arındırmak için. Bir süreliğine de olsa huzurlu hissediyorum. Uzun süre meditasyon yapmayı beceremeyen benim gibi hiperaktiflere tavsiye ederim. Video linkleri arasında oradan oraya zıplarken, başka harika melodiler keşfetmek de  ikramiyesi olabilir tabii.
İşte benim listem; daha çok var, ama video linki aramaktan sıkıldım itiraf edeyim 🙂

Mediterraneo (4)

Beni en çok oyalayan, yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştiren, dinlerken bir yandan da hüzünlendireni Mediterraneo. Üzerine tıklayıp izleyebilirsiniz; yazıya koyduğum fotograf da filmin en etkileyici sahnesinden. Diğerlerini kopyala yapıştır ile dinleyebilirsiniz.
Belki yazının altına yorum yazıp, sizler de kendi sevdiklerinizi eklersiniz.

İl Postino http://youtu.be/VeMBsK30S78
Cinema Paradiso http://youtu.be/hLe9gTKQ4LU
Radio Days http://youtu.be/1S07ljqJmBQ
As Good As it Gets https://youtu.be/kQcWAG81DzY
Mine Vaganti http://youtu.be/lnJdqg76L6U
Under the Tuscan Sun http://youtu.be/xWCkaKS7o-o
Midnight in Paris http://youtu.be/bmVTnLR02Nc
La Vita e Bella http://youtu.be/lhlvV7mjeJM
Babam ve Oğlum http://youtu.be/q1WRHEkE3Hk
Dedemin İnsanları http://youtu.be/GKGqCrodrgk

 

image credit http://rozup.ir/up/up000/Movie-En/Mediterraneo%20(4).png

 


The Hobbit: The Desolation of Smaug

Bu sabah öngösterimle izleme şansı bulduğum: The Hobbit: The Desolation of Smaug/ Hobbit: Smaug’un Çorak Toprakları filminden söz etmek istiyorum sizlere. Hemen bir uyarıda bulunayım, lütfen 12 yaş altı çocuklarınıza bu filmi izletmeyin. Türlü çeşitli yaratıklar, kanlı savaş sahneleri, hele hele devasa örümcekler özellikle 3 boyutlu izlendiğinde huzurlu uykularını bozabilir.
Filmin yapım bilgileri ve konusunu; daha eski tarihli iki yazımdan BURAYA ve ŞURAYA tıklayarak okuyabilirsiniz.
Bu yazımda sizlere filmdeki çekici aktörlerden söz edeceğim.

see-richard-armitage-as-thorinİlk filmde de keyifle izlediğim Thorin Oakenshiled/Richard Armitage bu kez daha çok sahnede yer alıyor ve yine pek hoş. The London Academy of Music and Dramatic Art eğitimli, 1971 doğumlu aktörü daha önce fark etmemiş olmayışıma hala şaşıyorum 🙂
lee-pace-thranduilThe Fall ile tanıyıp hayran olduğum, Pushing Daisy ile izini sürdüğüm; Thranduil/Lee Pace’i ilk filmde yüzündeki ağır makyajla zor tanımıştım. Bu filmde de hayran hayran izledim görüntüde olduğu sahneleri.
Kiliİlk filmde daha az yer alan, bu filmde oldukça öne çıkan bir başka çekici aktör de Kili/Aidan Turner. Being Human izleyicilerinin yakından tanıdığı aktör; orman Elf’i Tauriel/Evangeline Lilly’e kaptırıyor gönlünü.
luke-evansYine bu filmde karşımıza çıkan bir başka çekici oyuncu da Bard The Bowman/Luke Evans. Fast&Furious6 dan hatırlayacağınız Gal’li oyuncu, mitolojik filmlerin de vazgeçilmezi.
LegolasSırada efsanevi Legolas/Orlando Bloom var. Bu genç aktör Elf ve korsan olarak kariyerine devam etsin lütfen. Günümüzde geçen filmlerde oldukça silik kaldığını çok kişi kabul edecektir 🙂
Ve son olarak sesiyle bile diğer oyunculardan rol çalabilen Benedict Cumberbatch namlı hınzır velet. Filmde Smaug ve Necromancer’a sesiyle can veren ünlü oyuncunun Julian Asagne’ı canlandırdığı filmi de heyecanla bekliyorum.
Haftasonu kendinize vakit ayırın ve bu filmi izleyin, ama mutlaka IMAX/3D izlemeye çalışın. Kitapları seri halde okuyanlara önerim ise; okuduklarını unutup, beyazperdenin büyüsüne kendilerini bırakmaları.
Hepinize iyi seyirler


İstanbul Lüferinin Kuyruğunu Bırakmıyor: Slow Fish İstanbul!

slowfishBayram tatilini İstanbul’da geçirecek olanlar için leziz bir etkinlik dizisi paylaşmak istiyorum sizlerle. Tanıyanlar bilirler, deniz ürünleriyle başım hoş değildir, tabii böyle olması İstanbul’un doğal kaynaklarının tüketilmesine göz yumacağım anlamına gelmiyor. 3 yıl önce değerli dostlar Neva Kip ve Defne Koryürek sayesinde takip etmeye başladığım “İstanbul Lüfere Hasret Kalmasın” kampanyası sayesinde haberdar olduğum deniz ürünleri katliamlarına bir şekilde katkım olsun istedim, hiç olmazsa duyurularla ve paylaşımlarla destek olmaya çabalıyorum.

17-20 Ekim tarihleri arasında Boğaziçi Üniversitesi, Albert Long Binası’nda gerçekleşecek Slow Fish Istanbul; 10 ülkeden 70’in üzerinde delegenin sunumları ile zenginleştirecekleri ve akademik tartışmalardan çocuklarla atölyelere, film festivalinden yemek yarışmasına pek çok katmanıyla İstanbulluları ağırlamaya hazırlanıyor.

Slow Fish Istanbul, bölgesel bir toplantı ve etkinlikler bütünü olup Slow Food İstanbul, Fikir Sahibi Damaklar’ın “İstanbul Lüfere Hasret Kalmasın” kampanyasını takiben başlattığı ve her yıl Ekim ayının 3. haftasonu kutlanan İstanbul’un Lüfer Bayramı ile dönüşümlü olarak iki yılda bir gerçekleşecek.

Uluslararası Slow Fish kampanyası çerçevesinde gerçekleşen bu bölgesel etkinliğe Türkiye’nin yanı sıra, İtalya, Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Makedonya, Romanya, Hırvatistan, Sırbistan ve Ukrayna’dan delegeler katılıyor. Balıkçı topluluklarının, aşçılar, akademisyenler ve pek çok çevre örgütünün yanı sıra tüketiciyi de dahil edecek Slow Fish Istanbul sürecinde sürdürülebilir bir geleceğe doğru gayretler birleştirilmeye çalışılacak.

17-20 Ekim 2013 tarihleri arasında gerçekleşecek bu etkinliğe katılım herkese açık ve ÜCRETSİZ. Etkinlik programına BURAYA tıklayarak erişebilirsiniz.

Yazıda kullandığım, İstanbul’u sırtlanmış balık illüstrasyonu 2010 yılında Emir Uslu tarafından yapılmış.


Gravity/Yerçekimi… Klostrofobik Bir Uzay Macerası

Dün sabah sevgili Duygu Kutlu’nun davetiyle, 11 Ekim tarihinde gösterime girecek Warner Bros filmi Gravity/Yerçekimi‘ni izledim.
Tanıyanlar bilir; son yıllarda gerilim dozu yüksek filmleri izlemekten özellikle kaçınıyorum. Yaşadığımız ülkenin her günü ve her dakikası gerilimle yüklü olunca, seyirliklerimi eğlenceli olanlardan seçmeye özen gösteriyorum.
Bu kez havanın gri ve soğuk oluşunu Feriye Sineması’nın müthiş manzarasıyla biraz olsun yok ederim düşüncesiyle fikrimi değiştirip filme şans tanımaya karar verdim. İyi de etmişim.GRAVITY

Yönetmen Alfonso Cuarón;  Sandra Bullock ve George Clooney gibi Oscar ödüllü iki usta oyuncuyla, tamamı Londra’daki Shepperton Stüdyolarında çekilen ve Venedik Film Festivali’nin açılış filmi olarak gösterilen Gravity’de,  Steven Price’ın usta müzikleriyle de izleyiciyi koltuğuna çakmayı başarıyor. Ed Harris’in sadece sesiyle konuk olduğu, kalabalık bir vfx ekibinin çabalarıyla kendinizi uzay boşluğunda hissedeceğiniz filmin görüntü yönetmeni de Emmanuel Lubezki. GRAVITY

Görevlerinin son gününde, bir başka uzay istasyonunun parçalanmasıyla oluşan kaza nedeniyle uzaya savrulan iki astronotun zaman zaman klostrofobi yaratan (özellikle Sandra Bullock’un nefessiz kaldığı sahnelerde) bu macerasını, mutlaka, ama mutlaka üç boyutlu olarak izlemelisiniz.

Yüzüne yaptırdığı estetik dokunuşları başarısız bulsam da,  bu filmde  Sandra Bullock’un kişisel çalıştırıcısını  özel olarak kutlamak isterim, bedeninde dirhem yağ olmamasını sağlamak için epey ter döktürmüş olmalı.

Filmin fragmanını BURAYA tıklayarak izleyebilirsiniz.


Bu Filmi Mutlaka Seyredin: Quartet

Quartet poster

İstanbul Film Festivali’nde izleyemediğim için pek hayıflandığım filmlerden biriydi Quartet. Dustin Hoffman’ın ilk yönetmenlik denemesi olan bu film, İngiltere kırsalında, huzurlu yemyeşil bir ortamda emekli müzisyenlerin yaşadığı bir bakımevinde geçiyor. Yaşlılığın hep üzülecek, korkulacak bir durum olarak anlatıldığı filmlerden sonra, tıp ve ecza sektörüne inat, yaşama sevinci aşılayan bir film bu.
Hayırseverlerin bağışlarıyla ayakta kalan bakımevi için her yıl konser düzenleyen bir zamanların en parlak opera yıldızları, orkestra şefleri, müzisyenlerinin Verdi ‘nin doğum günü anısına düzenlenecek bağış gecesi konserine hazırlıklarıyla başlıyor film. Alzheimer ve demans gibi ürkütücü hastalıkların, nefes darlıklarının, hareket kısıtlarının bile rahatsız edici görünmeyeceği bir enerjiyle süren filmde, müthiş oyunculuklarıyla bir sürü tanıdık sima var. Şimdilerde TV dizisi Downton Abbey ile evlerimize konuk olan, Harry Potter’ın unutulmaz Profesör McGonagall’ı Maggie Smith, uzun yıllar önce Dr.Jivago’daki performansıyla hayran olduğum Tom Courtenay, Harry Potter serisinin yeni Dumbledore’u Michael Gambon, canlandırdığı karakterin hınzır esprileriyle, filmin üzücü bir atmosfere dönüşmesini önleyen ve bir sürü filmde izlememe rağmen nedense Beautiful Joe gibi saçma bir filmle hatırladığım Billy Connolly, kısa dönem hafıza kayıplarını harika oyunculuğuyla gülümseterek izleten Pauline Collins ana karakterler. QUARTET stage

Yıllar önce birbirlerine aşık Reginald ve Jean’in, bir kaçamak nedeniyle başlayan ayrılıklarından uzun yıllar sonra karşılaştıkları ve birlikte oynadıkları sahnelerini keyifle izleyeceksiniz. Neredeyse tamamı gerçek müzisyen ve opera sanatçılarından seçilmiş olan oyuncular arasında Dame Gwyneth Jones da var. Bağış gecesinin başarılı geçmesi için ses getirecek bir gösteri hazırlamak üzere bir zamanlar dördünün birlikte seslendirdikleri parça için Reggy’nin eski eşi Jane’i ikna çabaları, diğer emekli sanatçıların hayat dolu performanslarına hazırlanmaları ve bu gecenin tasarımını üstlenmiş olan Cedric Livingston karakterinin çıkışlarını izlerken; bir yandan gözlerinizden yaşlar süzülüp, bir yandan da kahkahalar atmaya hazırlanın. Filmin tanıtım videosunu BURAYA tıklayarak izleyebilirsiniz. İyi seyirler…


Baz Luhrmann Yorumuyla The Great Gatsby Sinemalarda

Dün sabah Warner Bros öngösterimiyle The Great Gatsby‘ yi izledim. Baz Luhrmann filmlerini seviyorum ve bu filmi de keyifle izledim. F. Scott Fitzgerald’ın The Great Gatsby romanının yeni uyarlaması; diğer Luhrmann filmlerinde olduğu gibi hem göze, hem kulağa hitap eden bir şölen tadındaydı. Leonardo DiCaprio; Jay Gatsby rolüne de J.Edgar Hoover gibi uyum sağlamıştı. gatsby1

Robert Redford’ın başrolünde olduğu filmi de izlemiştim. İkisini karşılaştırmak saçmalık olur. Bu çok farklı bakış açısı ve yaratıcılıkla işlenmiş bir film, önyargılarınızı evde bırakıp öyle izleyin lütfen. Nick Carraway rolünde unutulmaz Spidey’imiz Tobey Maguire var. Filmin başlarında bu karakteri başka biri canlandırsa daha mı iyi olurdu acaba desem de, koca mavi gözleriyle çok sayıda duyguyu yansıtmaya çalıştığı sahnelerle bu düşüncemden vazgeçtim. Gatsby’nin tutkuyla sevdiği Daisy Buchanan rolünde “An Education” ile tanıdığımız Carey Mulligan var ve filmin kostümlerini tasarlayan Catherine Martin sayesinde ışıldayarak dolaşıyor ortalıkta. Isla Fisher ise Myrtle rolüyle yine ilginç bir tip çizmiş. Gatsby malikanesinde düzenlenen parti sahneleri, üç boyut tekniğiyle çekilmesinin hakkını veriyor. gatsby
Kitabın filme uyarlanmasında Luhrmann’ın sıkça birlikte çalıştığı Craig Pierce adını görüyoruz. Filmin yapımcıları arasında Luhrmann dışında; Catherine Martin, Douglas Wick, Lucy Fisher ve Catherine Knapman var.
Moulin Rouge’da olduğu gibi bu filmde de müzikler oyunculardan rol çalmaya devam ediyor. Dönemin müzikleriyle, rap ve cazın harmanlaması benim çok hoşuma gitti. Filmin müzikleri Moulin Rouge ve Australia’da olduğu gibi yine Craig Armstrong’a ait. Tabii muhteşem JayZ dokunuşları ve filmin aynı zamanda yönetici müzik süpervizörü ve ortak yapımcısı olan Anton Monsted’i de atlamamak gerek. Müziklere ŞURAYA, filmin fragmanına ise BURAYA tıklayarak erişebilirsiniz. Müzikler ile ilgili ŞU yazıya da mutlaka göz atın derim. İyi seyirler hepinize.


Jack The Giant Slayer

Jack-the-Giant-Slayer

Bu haftasonu yine bir masal uyarlaması giriyor vizyona, Jack The Giant Slayer. Küçükken dinlemeye bayıldığımız Jack ve Sihirli Fasulyeler masalının Imax ekranında üç boyutlu olarak canlanmasını keyfile izledim bu sabah. Çok sayıda film seçeneği arasında ilk tercihiniz olmayabilir. İlginç karakterlerle zenginleştirilmiş, görsel efektlerin bolca kullanıldığı Bryan Singer imzalı filmin hikayesi; Darren Lemke ve David Dobkin’e, senaryosu ise Darren Lemke ile Christopher McQuarrie ve Dan Studney’ye ait. Yapımcılığını Neal H. Moritz, David Dobkin, Bryan Singer, Patrick McCormick ve Ori Marmur, yönetici yapımcılığını ise Thomas Tull, Jon Jashni, Alex Garcia, Toby Emmerich, Richard Brener, Michael Disco ve John Rickard gerçekleştirmiş. Filmin yaratıcı ekibi ise şöyle; görüntü yönetiminde Newton Thomas Sigel, yapım tasarımında Gavin Bocquet, kurguda John Ottman ve Bob Ducsay, kostüm tasarımında Joanna Johnston var. Filmin müziği ise John Ottman’ın imzasını taşıyor.  JACK-THE-GIANT-SLAYER2
About a Boy filmiyle çocuk oyuncu olduğu zamanlardan tanıdığım Nicholas Hoult delikanlı olmuş ve Jack rolünü üstlenmiş, Prenses Isabelle’i Eleanor Tomlinson canlandırmış (imdb de oynadığı filmler listesinden bile asla hatırlayamadığım bir aktris), sırma saçlı haliyle ve her zamanki hınzır oyunculuğuyla Roderick rolünde Stanley Tucci var. Isabelle’in babası Kral Brahmwell’i yine bir başka güçlü oyuncu Ian McShane canlandırmış. Devler ordusunun iki başlı vahşi lideri General Fallon rolünde Bill Nighy ve sadık şövalye Elmont rolünde de beni biraz hayal kırıklığına uğratan sıradan oyunculukla Ewan McGregor vardı. Savaş sahnelerinin ve felaketlerin sonrasında bile Ewan McGregor’un jöleli saçlarının hep aynı şekilde kalması da oyunculuğuna gölge düşürmüş olabilir tabii 🙂  Spoiler vermekten hoşlanmam ama bunu da yazmazsam olmaz, finale yakın şişkin İngiliz egosuna kocaman sırıtma garantiniz var 🙂
Filmin interaktif ve oldukça keyifli hazırlanmış web sitesine BURAYA tıklayarak erişebilirsiniz. El kadar bebelere göre olmadığını belirteyim, benim ölçeğimde 13 yaş altı için epey rahatsız edici sahneler var. Tabii tekrar hatırlatayım, bu filmi 3D ve Imax olarak izlerseniz daha iyi vakit geçireceksiniz. İyi seyirler.


Gangster Squad

“Kötülüğün zaferi için gereken tek şey, iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır.”  Gansgter Squad filmi; ilk dakikalarında Edmund Burke‘ ten yapılan bu alıntıyla beni içine alıverdi. Art Deco mekanlar, şık kadınlar ve erkekler, güzel müziklerle savaş sonrası dönemin yükselen değeri Los Angeles’de geçen filmde, Tarantinovari olmasa da bir gangster filminde olması gerektiği kadar kanlı sahneler var.

sean pennBrooklyn’li, şişkin egolu, eski boksör mafya babası Mickey Cohen rolünde Sean Penn zorlanmadan oynamış yine. Şehri haraca kesen, polisi ve yargıyı maaaşa bağlamış, şehrin yüreğine korku salmış Cohen’i durdurmak için polis şefi William Parker (Nick Nolte) bir grup polisi görevlendirmeye karar verir. Görevleri; rozetsiz, tutuklama yapmadan, en etkili şekilde mafya babasının kazanç kapılarını yok etmek ve onu ilk fırsatta adalete teslim etmektir.  gangster squad

Ekip yöneticisi John O’Mara rolünde Josh Brolin var. Kısa süre önce izlediğim için olabilir mi bilmem ama, bana MIB3 filminde K’yi canlandırdığı hallerini hatırlattı. Keskin bakışlı, neredeyse ifadesiz yüzle ortalıkta dolaşmasıydı belki de böyle düşündüren.  gosling

O’Mara’nın ekibi için görüştüğü kişilerden biri de Sgt.Jerry Wooters. Hafif bezgin tavırlı, çarpık gülüşlü Ryan Gossling de bu karakterde fazla zorlanmamış.

Film; Amerika’lı askerlerin denizaşırı zaferlerden başarıyla ve görevlerini yapmış olmanın verdiği gururla evlerine dönüp,  günlük hayata geçiş dönemlerinde yaşadıkları ikilemleri de irdeliyor alttan alta. O devirlerde “travma sonrası stres” diye bir kavramın henüz söz konusu olmaması, başrol oyuncusu kahramanımızın aşırı şiddet kullanmasının da nedeni olabilir mi acaba.
Filmin yönetmeni Ruben Fleischer, Paul Lieberman’ın aynı adlı kitabından senayolaştıran Will Beall, müzikler ise Steve Jablonsky’ye ait.
1 martta gösterime girecek Gangster Squad adlı bu filmde diğer rollerde; Giovanni Ribisi, Emma Stone, Robert Patrick, Jon Polito’yu da izleyebilirsiniz.
Keyifli seyirler.


The Hobbit: An Unexpected Journey

Akademi ödüllü yönetmen Peter Jackson’la Yüzüklerin Efendisi üçlemesinden sonra yine nefes almadan izleyeceğimiz yeni bir üçlemeye başladık; “The Hobbit: An Unexpected Journey” filmi izlerken üç saate yakın sürenin nasıl geçtiğini anlamadım desem abartmış olmam. Yeni Zelanda’nın olağanüstü doğasına, üç boyutlu animasyonun gücü de eklenince tam bir görsel şölene dönüşmüş. Kitabı okumamış olan ve film hakkında fikri olmayanların el kadar bebeleri kapıp sinema salonlarını doldurmamalarını öneririm. Afişte yer alan Bilbo Baggins’in masum görüntüsü sizleri yanıltmasın, filmde Elf’lerin huzur verici görüntüsü ve cücelerin komiklikleri dışındaki her karakter, çocuklarınızın uykusunu kaçırabilir.
Hikaye bizleri, Yüzüklerin Efendisi’nden 60 yıl öncesine götürüyor. Lonely Mountain’da Cüceler Ülkesi olarak nam salmış Erebor’u yerle bir eden ejderha Smaug’la başlayan yolculuk; dev örümcekler, güneşi görünce taşa dönüşen ama o arada buldukları her canlıyı mideye indiren Troll’ler, yerin yedi kat altında yaşayan Goblin’ler, çirkinlik timsali yaratıklar Ork’larla devam ediyor. Cücelerin ülkelerine özlemle söyledikleri “Lonely Mountain” uzun süre beynimde yankılanacak sanırım. Howard Shore’u bir kere daha saygıyla selamlıyorum bu filmin müzikleri de müthiş.   

Yüzüklerin Efendisi serisinde tanıdığımız Gollum’la Bilbo Baggins’in karşılaşması ve Bilbo’nun hayatının tümüyle değişmesine da tanık oluyoruz serinin bu ilk bölümünde.    

Bu filmle beraber Cüceler kralı Thorin Oakenshield rolündeki Richard Armitage ‘ı yakın takibe almaya karar verdim 🙂 Daha önce nasıl dikkatimi çekmemiş derken imdb bilgilerine bakınca oynadığı dizileri ve filmleri izlemediğimi fark ettim.
Sürüyle garip yaratığa karşın görebileceğiniz en güzel gözlü aktörleri de bir araya toplamışlar bu filmde. Bu yazdığımın Gollum’un mavi gözleriyle ilgisi yok ama inanın Andy Serkis’in muhteşem performansıyla onun gözleri bile güzel görünecek izlerken. Film hakkında fazla ipucu vermek istemiyorum; bu haftasonu kendinize vakit ayırın ve mutlaka IMAX olarak izlemeye çalışın. Filmin süresine de takılmayın, koltuğunuza gömülüp kalacaksınız.


Sayfalar:123456789